Başarısızlıkla sonuçlanan bir mücadele döneminin sonrasındayız. Bu demektir ki, yeni bir mücadele döneminin başındayız. Kendimize, “neredeyiz” ve “buraya nasıl geldik” sorularını soruyoruz. Doğal olarak “son muharebe”ye, seçim sürecine odaklanıyoruz. Son muharebenin içerisinde gerçekleştiği “savaş alanı”nı şekillendiren süreçleri de değerlendirmemizin içine katmamız gerekiyor. Çünkü bunların önemli bir bölümü gelecekte de hükmünü sürdürecek sonuçlar ürettiler. Bunlardan biri de pandemi süreci.
Bir “toplumsal felaket” olarak COVID 19 pandemisi sürecinin değerlendirmesinin, hem karşı karşıya olduğumuz devletin egemenlik mekanizmalarındaki gelişmeleri, hem devrimci muhalefetin yapısal-tarihsel sorunlarını irdeleyebilmemiz açısından bize farklı bir bakış açısı kazandıracağı açık. Ayrıca bu değerlendirmeden halen çok yönlü etkilerini sürdüren ve iktidar tarafından neredeyse muhalefetsiz yönetilen Antakya-Antep-Maraş Depremine[1] ilişkin sonuçlar da çıkarabiliriz. Tabii ki birkaç “köşe yazısı”na sığdırılamayacak genişlikteki bir konudan söz ediyorum. Amacım sadece konuya ve gelecek açısından taşıdığı öneme dikkat çekmek.
COVID 19 pandemisi deneyimini yaşayan milyonların, kendilerini aylarca (iyimsermişim, çünkü yıllarca sürdü) ev hapsine mahkum eden bu uygarlık biçimini sorgulama yönelimine girmelerini güçlü bir olasılık olarak görmüştüm. Milyonların, “bir ‘neoliberal virüs’ tarafından sıfırlanan hayatlarını, sermayenin gösterdiği kulvarlardan yeniden kurmaya ikna edilmesinin” çok güç olacağını; insanların evlerinde tıkıldıkları sürede yaşadıkları hayat üzerine düşünme fırsatı bulacağını; bunun pandemi sonrasındaki hayatlarını biçimlendirirken kendilerine “‘kimin için’ ve ‘neyi yapmak üzere’ sorularını” sorduracağını ve yaşamlarını “itaatkâr bir biçimde büyük sermayenin yönetimine terk etme eğiliminde olmayacaklarını” düşünmüştüm. “COVID-19’un neden olduğu krizin ekonomiyi, siyaseti ve hegemonik kültürü bir bütün olarak içine çeken bir uygarlık krizi olarak yaşanacağını” ileri sürmüştüm.
Beklediğim şeyler gerçekleşmedi, olanaklar gerçeğe dönüşmedi; yanıldım.[2]
“COVID 19 kapatması”, evlerine kapatılanların ve hayatın (gerçekte sermaye döngüsünün) sürdürülmesi adına feda edilenlerin zihin dünyasında ve eyleminde beklediğim yönde değişikliklere neden olmadı. Tam tersine COVID 19 pandemisi, insanların “çıplak yaşamlarını” sürdürme adına hukukiliği tamamen askıya alan, büyük bir bölümüne “kutsal insan”[3] muamelesi yapılmasını kabullendiren bir “toplama kampı toplumu”nu kabul edilebilir hale getiren bir süreğen istisna halinin kapısını açtı.
Burada da kalmadı; “pandemi inkarcılığı” ve “aşı karşıtlığı”nda somutlaşan neo-faşist çarpıtma, pandemiye ve pandemi yönetimine ilişkin muhalefetin baskın söylemini oluşturdu. Sosyalistlerin büyük çoğunluğu, pandemi ve pandemi yönetimi karşısında devletle ve sermayeyle mücadeleyi ön plana almak yerine bu neo-faşist soytarılıkla baş etmeye çalıştı. Pandeminin altında yatan nedenleri ve ilaç endüstrisini hedef alan bir mücadeleye girişmek yerine kapatmanın ve aşılamanın en etkin uygulamasını savunmayı iş edindik. Bu tutum, bizi “düzenin” yanına hizalarken, neo-faşistlerin sahte bir “düzen-dışı/düzen karşıtı” görünüm kazanmasına neden oldu.
Pandemi süreci, işçi sınıfı ve hareketi içindeki parçalanmayı da derinleştirdi. İşçi sınıfı içerisindeki beyaz yakalı / mavi yakalı ayrımı, “uzaktan çalıştırılabilen” işçiler ve “uzaktan çalıştırılamayan” işçiler olarak yeni bir ayrıştırma ekseni kazandı. Uzaktan çalıştırılabilen işçiler, kendilerini eve kapatan ve sermaye köleliğini “serbest zamanın tapınağı” olan eve taşıyan bu pratiği kendilerini “işyerinden özgürleştiren” bir ayrıcalık olarak kavradılar. Uzaktan çalıştırılamayan işçiler de ikiye ayrıldı: Sanayii işçileri gibi, karantina önlemlerinin istisnaları olarak işyerlerinde ve ulaşım araçlarında bir arada bulunmaya mecbur bırakılan ve dolayısıyla “hastalanabilir” kabul edilenler ile market işçileri, motokuryeler, sağlık emekçileri gibi, sadece “hastalanabilir” kabul edilmekle kalmayıp, karantinaya alınanların çıplak yaşamlarını sürdürülebilir hale getirme işlerinin işçileri. “Hastalanabilir” kabul edilen ve üzerlerindeki iş yükü olağanüstü artan bu işçiler, yaşayabilmek için ölümü göze almak zorunda bırakıldıkları için kendilerini “ayrımcılık kurbanı” olarak gördüler; “tazminat talebi” ve “iş yükünün, çalışma zorlamasının azaltılması” gibi iyileştirme taleplerine yöneldiler. Bu eşik aşılamadı.
Bu süreçte yürürlüğe sokulan HES kodu gibi uygulamalarla, insanlar dijital gözetim nesnesine dönüştürülmeyi kabullendiler. “Aklı başında” insanların dalga geçtiği “aşıyla çip takma” fantezisi bu dönüşümle bir başka yoldan gerçekleşti. Ve “biz”, bu genel denetim devletinin karşısında anlamlı bir karşı çıkış üretmeyi başaramadık; yönelemedik bile.
Günümüzde siyasi hayatın önemli bir unsurunu oluşturan küresel göç sorununun neden en çok neo-faşist harekete “yaradığını” düşünürken, bir “toplumsal felaket” olarak pandemiyle ve pandemi yönetimiyle düşündüğümüzden çok ortak noktanın bulunduğunu görebiliriz. Örneğin İngiltere hükümetinin göçmenleri bir deniz hapishanesine yerleştirmeye cesaret edebilmesinin, süreğen istisna halinin bir yansıması olduğunu anlayabiliriz. “Göçmen”i “kutsal insan” haline getiren ahlaki algının genelleştirilebilmesinde, insanı potansiyel hasta (göçmeni potansiyel suçlu), potansiyel hastayı (potansiyel suçluyu) bir toplum tehdidi ve bu nedenle pandemiyi (küresel-kitlesel göçü), insanın (göçmenin) devlet tarafından çıplak yaşama mahkum edilebileceği bir istisna hali olarak tanımlayan sağduyunun (common sense) belirleyici bir temel oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bu yoldan gidersek kurulu düzenin, devletlerin “göç eleştirisi” ile neo-faşizmin göç eleştirisi arasındaki özsel birliği ve bu temelde geliştirilen “göç ettirme” ve “göç yönetimi” politikalarının her iki yaklaşımını da dışlayabiliriz; sağduyunun teorik ve pratik eleştirisine girişebiliriz. Ve devrimcilik her şeyden önce sağduyunun eleştirisidir.
[1] Genel etki alanına atıfla “Türkiye-Suriye Depremi” veya merkez üslerinden hareketle “Antep-Maraş Depremi” olarak adlandırılan depremi, Türkiye’deki yıkıcı sonuçlarını gözeterek “Antakya-Antep-Maraş Depremi” olarak adlandırmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.
[2] İnsanlığın bu denli travmatik bir süreçte gösterdiği tepki ve yönelimlerin beklediğimin tam tersi istikamette olmasının nedenleri üzerine düşünmem, beni neyin yanılttığını bulmam gerekiyor. Ama bu yazıda bunu ele almayacağım.
[3] Burada, pandemiyi ve pandemi yönetimini yorumlarken, kavramları bunu zorunlu hale getirmemesine karşın, neo-faşist “muhalefet”le benzer bir konuma sürüklenen G. Agamben’in biyopolitik egemenliğe ilişkin çözümlemesinde kullandığı kavram setinden yararlanıyorum: Her türlü hukukun ve moral varoluşun dışına çıkarılan “çıplak yaşam”la (zoe) tanımlanmış, kurban edilemeyen fakat öldürülebilen bir “canlı” olarak “kutsal insan” (homo sacer), nüfusun bir kümesini hukuktan ve diğer bütün toplumsal varoluş biçimlerinden dışlamayı olanaklı hale getiren “istisna hali” ve istisna hali üzerinden dışlananları yeniden toplumsallaştıran “toplama kampı”.