Her şeyin semboller aracılığıyla ifade edilmeye çalışıldığı otoriter rejimlere özgü bol sembolü bu etkinlikte de görmekteyiz: özellikle yer ve zamanda. Bu son günlerin “bitmeyen yeni anayasa çağrısı”nın bir 12 Eylül gününde, yani askeri darbenin yıldönümünde bu kez Ulucanlar Cezaevi’nde yapılmış olması yeterince semboliktir
Meriç Gök
Erdoğan adli yılın açılışı töreninde ifade ettiği “yeni anayasa” ihtiyacını geçtiğimiz günlerde Hindistan’da düzenlenen G-20 zirvesinden dönerken uçakta “malum gazeteci” zevata bir kez daha söylemiş ve son olarak 12 Eylül’de mekân olarak Ulucanlar Cezaevi’nin kullanıldığı “Yeni Anayasa Sempozyumu” adlı – ‘sempozyum’dan çok bir müsamereyi andıran – o tuhaf etkinlikte dile getirmiştir. 2018 Temmuz’undan beri bütçesi ve yurt içinde tüm illerdeki müdürlükleri ve yurtdışında ataşe ve müşavirlikleri olan organizasyonuyla bir bakanlıktan farksız olan ve gerçekte bir propaganda bakanlığı olarak faaliyet gösteren Cumhurbaşkanlığı İletişim Ba(ş)kanlığı bu “sempozyum”un düzenleyicisi. Ancak İletişim Ba(ş)kanlığınca bu propaganda etkinliğine “sempozyum” adının verilmiş olması daha başlangıçta bir “iletişim” sakatlığına yol açmaktadır. Zira bilindiği gibi kökeni eski Yunanca ‘içki sofrası, işret, beraber içki içme’ anlamlarına gelen symposion sözcüğü, zamanla bu tür sofralarda yapılan sohbeti karşılayan ‘bilgi şöleni’ anlamında kullanılmış ve bu anlamıyla da Platon’un çeşitli yönleriyle aşkı ele aldığı diyaloglardan oluşan ünlü yapıtının da adı olmuştur–aralarında Sokrates’in de olduğu altı kişinin görüşleri tartışma içinde sergilendiği için bu yapıta bu adın verilmiş olması yerindedir. Sözcüğün günümüzdeki akademik kullanımına dair şu tanımlama yapılmaktadır: Genellikle alanında uzman kişilerin bir araya gelerek akademik konuların çeşitli yönleriyle ele alınarak katılımcılara ve izleyiciye bilgi sunulduğu toplantıdır. Oysa Erdoğan’ın Ulucanlar’daki sözde ‘Anayasa sempozyum’unda kendisinden başka bir konuşmacı yoktur. Dolayısıyla ‘sempozyum’ adıyla düzenlenmiş olan bu etkinlikte, gerçekte birçok görüşün konuşma, söyleşme, tartışma biçiminde sergilendiği herhangi bir sempozyum yoktur. Yıllardır hüküm süren tek adam rejimine son derece uygun biçimde herhangi bir diyalog söz konusu olmamış, dinleyici kitleye ve tüm ülkeye yine sadece onun monoloğu dinletilmiştir.
Her şeyin semboller aracılığıyla ifade edilmeye çalışıldığı otoriter rejimlere özgü bol sembolü bu etkinlikte de görmekteyiz: özellikle yer ve zamanda. Bu son günlerin “bitmeyen yeni anayasa çağrısı”nın bir 12 Eylül gününde, yani askeri darbenin yıldönümünde bu kez Ulucanlar Cezaevi’nde yapılmış olması yeterince semboliktir. Böylece 6 Mayıs 1972’de Denizlerin idam edildiği, vaktiyle Nazım Hikmet, Yılmaz Güney’in de hapis yattığı bir zamanların bu namlı cezaevinin artık bir müze olarak kullanıldığı, dolayısıyla rejimin ne kadar “demokrat” olduğu cümle âleme gösterilmek istenmiştir. Ayrıca yıllardır işe geldiği gibi kullanılagelen Anayasa’nın 12 Eylül kökenli olduğuna işaret edilmek istenmiştir.
“1982 yerine 2023 Anayasası Sempozyumu” adıyla düzenlenen etkinlikte protokolde aileden sayılabilecek az sayıda Saray çevresinden katılımcının yanı sıra artık tümüyle işlevsizleştirilmiş bir meclisin başkanı ile adalet bakanının ve siyasal partilerden, cumhur ittifakından sadece ikisinin yöneticisinin bulunuyor olması dikkat çekicidir.
Ertesi günü yandaş basında “Türkiye yüzyılı anayasası için start” gibi her zaman olduğu gibi iddialı ve abartılı başlıklarla verilen Erdoğan’ın ‘sempozyum’ konuşmasında “konuşalım, tartışalım, müzakere edelim; bu süreçten kaçmayalım” dediği vurgulanıyordu. Erdoğan, kendisine verilen konuşma metninde “Şu Ulucanlar Cezaevinin, Mamak Cezaevinin, Diyarbakır Cezaevinin, Sağmalcılar Cezaevinin dili olsa da o günleri anlatsa” diyordu. Sanki kendi döneminde ülkede cezaevleri faslı kapanmış biri gibi konuşuyor. Bir karşılaştırma yapılabilmesi bakımından nüfusu yaklaşık aynı olan Almanya’da şu anda cezaevlerinde toplam mahkûm ve tutuklu sayısı 45 bindir; Türkiye’de ise sadece 2022 yılında bu konumdaki insanların sayısı 69 bin kişi artarak toplamda 400 bine yakın mahkûm ve tutuklu sayısına ulaşılmıştır – üstelik çok uzun aralar olmadan mutlaka çıkarılan aflarla.
“Dili olsa da” klişesine gelince, keşke cezaevi duvarlarının dili olsa da anlatsa; başta Silivri olmak üzere yüzlerce cezaevinde salt siyasal düşünceleri ve faaliyetleri yüzünden yıllardır eziyet edilerek tutulan başta Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Figen Yüksekdağ, Sebahat Tuncel olmak üzere yüzlerce Kürt özgürlük mücadelesinin ve siyasetinin önde gelen temsilcilerini ve seçilmiş Kürt yerel yöneticilerini, hakikati yazan gazetecileri ve gerçeği tüm çıplaklığıyla belgeleyen haber fotoğrafçılarını, hiçbir suçu olmadan AİHM kararlarına aykırı şekilde yıllardır zindanlarda tutulan başta Kavala olmak üzere milletvekili Can Atalay ve diğer Gezi tutsakları, aylardır tutulan ve daha kaç yıl tutulacağı meçhul olan Merdan Yanardağ’ı vb. vb.– adlarını anamadığım yüzlerce, binlerce tutsağı…
Sonuçta görebildiğimiz kadarıyla ülkede ‘yeni anayasa’ya öyle acil bir ihtiyaç yok; olsa olsa bu ceberut iktidardan kurtulmaya, başta mevcut Anayasa olmak üzere yasalarca (uluslararası da dâhil) güvence altına alınmış haklara ve özgürlüklere saygı duyan, demokratik bir yönetime ihtiyaç var; hem de bir an önce.