“Rejim”, devlet biçimine, dinci-faşist bir bürokratik polis devletine dönüşme yönünde ilerliyor. Erdoğan rejiminin bir devlet biçimine dönüşümünün hangi politikalarla tamamlanacağı da muamma değil. Bu süreçte AKP-MHP koalisyonu pekişirken, Millet İttifakı’nın ve Emek Özgürlük İttifakı’nın geleceği belirsizleşti. CHP liderlik tartışmalarıyla, HDP “özeleştiri” ve “yeniden yapılanma” tartışmalarıyla kendi içine yöneldi. HDP içindeki ve dışındaki sosyalistlerin genişçe bir kesimi de mevcut durumlarının özeleştirel bir değerlendirmesini yapmak ve gelecek perspektiflerini bu tartışmalar ışığında oluşturmak istediklerini ifade ediyorlar.
Yönetim mücadelelerinin, CHP’nin rejim ve devlet karşısındaki politikasında temel bir değişikliğe yol açmasını herhalde kimse beklemiyordur. Erdoğan rejimi, devlet biçimine dönüşmek için stratejik hamleler yaparken, CHP’nin elinde tuttuğu belediyeleri koruma derdine düşeceği ortada. Üzerinde konuşulan yönetim alternatiflerine bakılırsa, değişsin ya da değişmesin, CHP yönetiminin (becerebilecek durumda olursa) “sağla ön cephede, solla arka kapıda ittifak” politikasını yeniden önümüze süreceği de kesin gibi. Bu politikanın, 2019’daki gibi çalışmayacağını; rejimin devlet biçimine dönüşmek için izleyeceği savaş ve baskı politikalarının önünü açacağını; AKP’den alınan belediyelerin büyük bir bölümünün iktidara kaptırılmasına neden olacağını ve iktidarın yerel yönetimlere yönelik “kayyumcu” siyasetini, muhalif belediyelerin tamamına uygulamasına hizmet edeceğini kestirmek güç değil.
Emperyalizmin Ortadoğu’daki hegemonya krizi, sermayenin ve kontrgerillanın iç çelişkileri, kendi başlarına, Erdoğan rejiminin devlet biçimine dönüşümünün önünde aşılmaz engeller oluşturmayabilir.
Kısacası, Erdoğan rejiminin devlet biçimine dönüşmesine karşı mücadelede, anti-faşist güçler olarak “biz bize” olduğumuzu ve ilerici toplumsal muhalefet güçlerinden başka dayanabileceğimiz bir toplumsal temelin de olmadığını varsaymamız gerekiyor. (“Biz” derken, anti-faşist siyasi güçlerin ve ilerici toplumsal muhalefet güçlerinin birleşik kümesini kastediyorum.)
Bu durumda gelecek perspektifimizi, her şeyden önce, “Erdoğan rejiminin devlet biçimine dönüştürülmesinin artık önlenemeyecek bir noktaya gelmiş olabileceğini” hesaba katarak oluşturmalıyız.
Bir “geçiş süreci” niteliğindeki bir önceki momentte, rejimin siyasi iktidarı kaybetmesi, sürecin rejimin, devlet biçimine dönüşme yönündeki gelişmesini sekteye uğratabilir, anti-faşist mücadelenin yükselişine kapı açabilirdi. Mevcut rejimin devlet biçimine dönüşmesi halinde, düzen içi bir iktidar değişikliğinin böyle bir sonuç üretmesi beklenmez.
Bir “devlet biçimi” olarak faşizme karşı mücadelenin, “iktidarı ele geçirme” değil, faşizmi yıkma mücadelesi olduğunu; faşizmi yıkmanın da öncelikle faşizmin saldırganlığı karşısında kendi gücü ve etkinliği ile “ayakta kalmayı” başarabilecek bir direniş hareketi inşa etmekten geçtiğini neredeyse bir asırdır hem teorik hem de pratik olarak biliyoruz.
Bu nedenle, siyasi mücadele düzleminin radikal bir biçimde değiştiği 2015’ten günümüze kadar uzanan ve bugünkü “yenilgimizi” hazırlayan süreci değerlendirirken, odağımıza, faşizme karşı direnme kapasitemizi “eriten” kısır döngülerimizi, kabullendiğimiz gerilemelerimizi, yanlış tercihlerimizi, ideolojik ve moral çözülmelerimizi koymamız gerekiyor. Bunun için ise her şeyden önce, sorumluluğu üslenmemek, üslendirmemek için bir türlü itiraf etmediğimiz “dönemsel stratejik yenilgimiz”le yüzleşmemiz zorunlu.
“Dönemsel stratejik yenilgimiz” derken bir değil iki dönemsel stratejik yenilgiden, Haziran İsyanı’nın yenilgisinden ve Çözüm Süreci’nin başarısızlığından ve bunları izleyen kuşatma ve ezme hareketine karşı izlediğimiz başarısız direniş politikalarından söz ediyorum.
İsyan püskürtüldü ve çözüldü. Çözüm Süreci bitirildi ve “Çöktürme Planı”na geçildi. Bunların dönem değiştiren gerçekler olduğunu gördük ama sonuçlarını kabul etmekten kaçındık. Bu sonuçlar, siyasi önderlik(ler) ile kitle(leri) arasındaki bağın kademe kademe koparılması, önderlik(ler)in kuşatılması ve yalnızlaştırılması, faşizme karşı mücadelenin bağımsız siyasi hareket temelinin adım adım eritilmesiydi.
Üzerimize çöken bu gerçeği değiştirmeyi amaçlayan yeni bir stratejik konum alışa yönelmedik, yönelemedik. Bir önceki döneme ait varlığımızı bu stratejik konum alışa göre düzenlemedik, düzenleyemedik. Bu tabloya güç veren, kötüleştiren alışkanlık, tutum ve yönelimlerimizi açığa çıkarıp mücadele konusu haline getirmedik, getiremedik. “Devletin tepesinde” patlak veren, ama “ezilen sınıfların kitlesel hareketlerinde gözle görülür bir yükselmeye yol açmayan”, kendi güçlerimizle belirleyemediğimiz, aksine gerici ve faşist güçlere inisiyatif kazandıran 15 Temmuz krizinden sonra da aynı pasif pozisyondan çıkmadık, çıkamadık.
Rejimin, bizi adım adım içerisine “sürdüğü” sınırlar içindeki varlığımızın onu yıkmak için yeterli olmayacağı bir gerçekti. Gidişatı tersine çevirebilmemiz için içerisine sürüldüğümüz sınırları aşacak politikalar ve araçlar üretmemiz zorunluydu.
Şu an yapmaya çalıştığımız “başarısızlık” tartışmalarını, bu politikaları ve araçları neden üretemediğimiz, yetkinleştiremediğimiz ve harekete geçiremediğimiz soruları etrafında yürütmeliyiz. “Üçüncü Yol” çizgisinin somut ve gerçek bir hareket haline getirilememesini de Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bu hareketin kurucu merkezi olarak örgütlenememesini de bu soruların somut ve tarihsel görünümleri olarak ele alıp çözümlemeliyiz. Bunu yapabildiğimizde geçmişi, geleceğe ışık tutacak bir biçimde sorgulamış oluruz.