“Modernlik, insanların geçim araçlarına sistematik olarak yabancılaşmasından ve hayatın bekasını sağlayan doğal ortamlar ile ekosistemlerin ortadan kaldırılmasından ayrılamaz”.
Jonathan Crary
Kapitalizm, ücretli emek sömürüsü, karşılığı ödenmeyen kadın emeği ve doğa, yağma ve talanıyla yol alan bir sistemdir. Sınırsız büyüme-genişleme-yayılma eğilimine ve dinamiğine sahiptir. Varlığını büyümeye borçludur. Aslında söz konusu olan da sermayenin büyümesidir. Büyüme veya yok olma ikilemiyle malûldür. Balıklar nasıl su olmadan yaşayamazsa, kapitalizm de büyümeden var olamaz.
Gerçi kapitalizm sınırsız büyüme-genişleme-yayılma dinamiğine sahiptir ama bu dünyanın kayrakları sınırlı, sonlu. Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor. Sermayenin büyümesi, eş zamanlı olarak sosyal kötülükleri (işsizlik, yoksulluk, sefalet, aşağılanma, etik yozlaşma…) büyütmeden, ekolojik (doğa) tahribatı derinleştirmeden mümkün olmuyor.
Neoliberal çağda kapitalizm (sermaye) büyümekte zorlandıkça, değerlenme sıkıntısı çektikçe, kamuya ait kaynakları ve müşterekleri gasp etti ki, ona özelleştirme diyorlar. Burjuva iktisatçıları, burjuva politikaları ve bir kısım sendikacı (ki, bizde küçük bir istisna dışında kalan sendikalar, işçi sınıfının, ezilen ve sömürülen sınıfların değil, devletin ve sermayenin örgütleridir), özelleştirmenin verimliliği artırdığını söylüyorlar. Oysa asıl amaç, büyüme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmaktı. Özelleştirme, vergilerle oluşturulmuş (Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) denilen kurumların sermayeye satılmasıyla (peşkeş çekilmesiyle densin) başladı ve şimdilerde hava ve sokaklar dışında özelleştirilmemiş, metalaşmamış, kâr aracına dönüştürülmemiş, soysuzlaşmamış hiçbir şey kalmadı. Aslında bu yazının başlığı ‘sokakları ne zaman özelleştireceksiniz’ de olabilirdi.
Oysa, tüm yaşam kaynaklarının ve araçlarının özelleştirilip, kâr aracına dönüştürüldüğü bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir. Müştereklerin, herkesin kullanımına sunulan, sunulması gereken, yaşam araçlarının, alanlarının ve kaynaklarının özel mülkiyet konusu olduğu, sermaye tarafından gasp edildiği bir toplum, insanları bir arada tutan, birlikte yaşamın temelini oluşturan tutkaldan, temelden yoksun demektir.
Velhasıl insan ve toplum yaşamının tüm veçheleri utanmazca yağmalandı, talan edildi, bir kâr aracına dönüştürüldü. Su parayla satılıyor ve bir de vergi alınıyor. Doğrusu, suyun parayla satılmasını sorun etmeyen, kabullenen, sineye çeken toplumun da sorun edilmesi gerekmiyor mu? Eğitim, sağlık, güvenlik dahil her şey özelleştirildi. Sağlığın bir kâr aracına dönüştürülmesinin mantığı nedir? Hastanelerin birer şirkete dönüştürülmesi utanılacak bir şey değil mi? Parası olanın sağlık hizmetine ulaşabildiği bir toplum ne demektir? Eğer insanlar soru sorma yeteneklerini kaybetmişse olacağı budur.
Artık yollar, köprüler, tüneller, yaylalar, meralar, deniz sahilleri… özelleştirilmiş durumda. Sahillerin özelleştirilmesi demek aslında denizlerin de özelleştirilmesi demektir. Artık özelleştirilmemiş, meta kategorisine indirgenmemiş, yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey yok.
Gerçi Türkiye’de siyaset oldum-olası bütçenin, hazinenin ve müştereklerin (herkesin olan, olması gereken ortak yaşam kaynaklarının ve alanlarının) yağmalanmasıyla yol alıyor ama dinci AKP tüm rekorları kırdı. AKP iktidarında müştereklerin yağmalanması insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı. Artık bir şey ‘ihtiyaç’ olduğu için yapılmıyor. Ne yaparsam kâr ederim, bütçeyi, hazineyi yağmalarım, talan ederim sorusunun cevabı olarak yapılıyor…
Ne zaman ‘imara açıldı’, ‘turizme açıldı’, ‘ÇED raporu gerekli değildir’, ‘acele kamulaştırma kararı dalındı’ denildiğini duysam için cız ediyor. İmar, umrân’dan türemedir. Şenlendirme, bayındır hale getirme demektir. Şimdilerdeyse tam bir yıkım ve yok etme aracı. Güzelim topraklar turizm için betonlaştırılıyor, asfaltlanıyor. Turizm amacıyla verimli toprakları telef etmenin, zengin turizmi için ülkenin geleceğini yok etmenin mantığı nedir? Eğer ekolojik yıkım, atmosferin ısınması bu hızla devam eder, vakitlice durdurulamazsa, o beş yıldızlı otellerinizin birer çöp yığını olacağından kuşkunuz olmasın. Korona virüs günlerinde turizme bel bağlamanın ne demeye geldiği anlaşılmadı mı?
Adı ‘Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği’ olan bir bakanlık var. Öyle bir bakanlığın ne yapması gerekir. Ekolojik dengeleri gözetmesi gerekmez mi? Bizde yıkımın ve yok etmenin hizmetinde. Yangına körükle gidiliyor. Yağma ve talanı meşrulaştırıyor. Acele kamulaştırma doğa yağmasının önündeki sınırlı engelleri de ortadan kaldırıyor. Aslında ‘kamulaştırma’, tanımı gereği kamu yararı amacıyla yapılana deniyor ama bizde tam tersi söz konusu. Özel çıkar için kamu kaynaklarını, müşterekleri yağmalamanın gasp etmenin hizmetinde. İnsanlar evlerini, bahçelerini, tarlalarını gözü kararmış şirketler hesabına yıkmak üzere gelen ‘iş makinalarının’ gürültüsüyle uyanıyor… Yıkıma itiraz etmeleri kanunlarla yasaklanmış durumda. Aslında Orta Çağ’ın sonlarında, kapitalizmin şafağında, Avrupa’da kamusal alanların, müştereklerin (tarlaların, otlakların, ormanların, suyun…) yeni yetme kapitalistler ve soylular tarafından gasp edilmesine çitleme deniyordu. İnsanlar ortak yaşam alanlarından kovuluyor, çitlerle çevriliyordu. Şimdilerde bizde yapılan onun XXI. yüzyıldaki tekrarı gibi.
Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm adlı ünlü eserinde, toprakların, meraların, otlakların, bir bütün olarak ortak yaşam alanlarının yağmalanmasından söz ederken şöyle diyordu: “Toprak çevrimlerine haklı olarak, zenginlerin yoksullara karşı gerçekleştirdikleri bir devrim denilmiştir. Soylular bazen şiddete başvurarak, sık sık da baskı ve yıldırma yoluyla, eski düzeni bozuyor, eski yasa ve gelenekleri ortadan kaldırıyorlardı. Yoksulların ortak arazideki paylarını alenen ellerinden alıyor, onları eskiden geleneğin yıkılmaz gücüne dayanarak kendilerinin ve mirasçılarının bildikleri meskenleri yerle bir ediliyordu. Toplumsal doku parçalanıyordu. Terk edilmiş köyler ve yıkılmış evler, ülkenin savunma mekanizmalarını tehdit eden, şehirleri yerle bir eden, nüfusunu azaltan, toprağını yıpratıp toza çeviren, insanlarını bizar eden, onları namuslu çiftçilerden dilenci ve haydut çetelerine dönüştüren devrimin acımasızlığına tanıklık ediyorlardı.”
İnsanların aklını başına alıp, bu sefil sürece dur demek için daha ne kadar beklemeleri gerekiyor? Ayaklarının altındaki zemin hızla çökerken bu atalet niye?