Gündemlerin iç içe geçtiği, her birinin diğerinden ağır olduğu bir yaz yaşıyoruz. Bundan 10 yıl önce -belli başlıkları saymazsak- yaz ayları oldukça rutin geçerdi. Emekçiler dahil tüm toplumsal kesimler bu aylara dair özel planlamalar yapar, genel olarak toplumsal hayat adeta bir “tatil” havasına girerdi. En azından yarınını üç aşağı beş yukarı görebilir, hesaplamalar yapabilirlerdi.
Fakat dünyada da Türkiye özelinde de böyle bir rutin artık söz konusu değil. Dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi kapitalistler ve onların siyasi baskı araçları olan devletler, krizlerinin faturasını işçi ve emekçilere çıkarmak için gözü dönmüş bir saldırganlıkla hareket ediyor, bu saldırganlıklara karşı örgütlü-bütünlüklü bir tepki biçimini kazanamasa bile şimdilik savunma yer yer saldırı biçimlerini kazanan isyanlar, direnişler birbirini izliyor.
Türkiye özgülünde bu, çok katmanlı bir bütünlük olarak karşımıza çıkıyor. Sadece son birkaç günde olup bitenler bile her açıdan oldukça sarsıcı. Doğa büyük bir saldırı altında. Kürdistan’da “güvenlik” adı altında ormanlar yakılıyor ve günlerce seyrediliyor. Dağlarının taşlarının maden patronlarına peşkeş çekilmesi cabası. Onu bırakalım, doğal yaşam bile metalaştırılmış, soyları tükenmek üzere olan hayvanlar dahi fahiş fiyatlarla zenginlerin avlanacağı hedefler haline getirilmiş durumda. Ormanların büyük tekellerin hammadde ihtiyaçlarının karşılanması için parsel parsel ihaleye açılıp kesilmesi de tüm bunlara eşlik ediyor. Halkın göçertilmesi, geçim araçlarından, yaşam alanlarından koparılarak proletarya ordusunun içine fırlatılması yeni bir dalga biçiminde hükmünü yürütüyor. Kürt halkının örgütlü gücüne yönelik saldırganlıkla kapitalist kârı büyütme aç gözlülüğü iç içe geçerek yürütülüyor.
Akbelen’de gördüğümüz gibi Türkiye kapitalizminin sınırlarıyla da birleşik olarak doğa, enerji şirketlerinin talanına açılmış durumda. Enerjideki dışa bağımlılık Gabar’da bulunduğu iddia edilen petrolle de (!) Karadeniz’deki doğal gazla da (!) yatıştırılamayacak büyüklükte. Nükleer santraller, termik santraller, HES’ler, GES’ler, RES’ler… doğanın hemen tüm potansiyelleri didik didik edilerek metalaştırılıyor. Maden alanında olduğu gibi enerjide de tekellere her türlü hukuki kolaylık ve “teşvik” sağlanarak doğanın canına okumaları özgürlüğü sağlanıyor. Karşılarına çıkan halk tepkisi jandarma copu, gözaltı, ölüm tehditleriyle sentezlenmiş bir devlet terörüyle bastırılmaya çalışılıyor.
Şimdi Akbelen’de gördüğümüz gibi bir avuç kömür için asırlık ormanlar, sonrasında tarımsal araziler ve zeytinlikler neoliberal vampirlik koşullarında semirmiş yandaş şirketler başta olmak üzere tüm kapitalistlere peşkeş çekiliyor. Ormanlarla birlikte buralardaki toplumsal yaşam, ilişkiler, üretim de tasfiye edilmiş oluyor. Tarımla geçimini sağlayan emekçiler yağmacı-zorba politikalarla proleterleştirilip ucuz emek cehennemine fırlatılmış oluyorlar.
Cudi yanarken, Akbelen Ormanları katledilirken İstanbul’da mafya ya da çeteler sokak ortasında uzun namlulu silahlarla çatışıyor, dükkan tarıyor, tekel bayiine girip kameralar altında vahşi cinayetler işliyor.
O kadar rahatlar ki!
Bu çetelerin her birinin devletle şu ya da bu şekilde bağı olduğunu ise bilmeyen yok artık. Kaldı ki, bağlarının olması da gerekmiyor. Resmi Gazete’de de yayınlanarak yürürlüğe giren son infaz yasası bile adeta sırtlarını sıvazlayacak nitelikte. Adam öldürenlerin, kadına şiddet uygulayanların, çocuğu istismar edenlerin, uyuşturucu satıcılarının, kısaca bilcümle “kötülüğün” bedelinin 3,5 yıllık kapalı cezaevi olmasını vadetmek başlı başına suça teşviktir.
Peki neden? Ekonomik-siyasi-kültürel olarak büyük bir toplumsal yıkımın yaşandığı, burjuvazinin krizinin dibinin görülemediği bu koşullarda bu suçlardan ceza almayı bu kadar “cazip” hale getirmenin tek yanıtı olabilir: Çürümeyi derinleştirmek, gündelik hayatı korku iklimine teslim etmek, halkı bir de bunların varlığıyla sindirmek!
Son birkaç günde karşımıza çıkan tablodan sadece birkaç başlık böyle… Bizzat Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı’nın kadınların nafaka hakkına dil uzatmasını, şiddetten koruyacak 6284 Sayılı kanunun kritik boyutlarıyla tartışmaya açması, DEDAŞ’ın estirdiği zulmün “hak” diyen işçilerin kıyımıyla katmerlenmesi, ardı ardına yaşanan iş cinayetleri, sokak ortasında yapılan işkence ve başka pek çok şeyle birlikte tablo oldukça karanlık!
İç karartıcı bu tablonun en önemli boyutunu etkili bir devrimci karşı koyuşun hâlâ örgütlenememiş olması oluşturuyor. Daha da kötüsü, bu ‘etkisiz eleman’ konumundan çıkış yönündeki çaba ve inisiyatiflerin cılızlığı devrimci öncülük iddiasının anlamına ters. Bu kopukluk tek başına “örgütlenelim”, “kitle çalışması yürütelim” demekle değişmez. Bu noktada tıpkı deprem döneminde olduğu gibi artık hızla harekete geçmek, kitlelere umut ve güven veren bir pratik sergilemek gerekiyor. Başlangıçta ‘zayıf’ gibi görünecek öncü inisiyatiflerin arkasını nasıl getirip hangi biçim, yöntem ve araçlarla nasıl büyütebileceğimize dair tartışma ancak bu pratikle iç içe yürütüldüğü zaman devrimci bir anlam kazanır. Aksi taktirde, dile getirdiğimiz ‘en doğru’ tespit ve öneriler bile gökkubbede hoş bir seda yaratmaktan öte sonuç doğurmaz.