Seçimlerin ardından -beklendiği gibi- gündem ekonomi üzerinde yoğunlaştı. 2007-2018 arasında ekonomi yönetiminde yer alan ancak AKP ile yollarını ayırdıktan sonra “İngiliz bankerlerinin temsilcisi” olmakla itham edilen Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanmasıyla ekonomi politikalarında bir değişim işaretinin verilmesi, ekonomiye ilişkin beklentileri ve ilgiyi daha da arttırdı.
Şimşek, daha bakanlık koltuğuna oturmadan TL’nin diğer ülkelerin para birimleri karşısında değer kaybı (devalüasyon) hızlanmaya başlarken, seçimlerin birinci turunun üzerinden (15 Mayıs) henüz bir ay bile geçmeden ABD doları karşısında değer kaybı, yüzde 20’yi buldu. Böylece Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyelerine ulaşan dış borcun genel bütçe üzerindeki yükü daha da arttı. Ayrıca iğneden ipliğe, bulgurdan ete dışa bağımlı hale gelen ekonomide enflasyonun hız kazanması kaçınılmaz hale geldi.
Her musibeti fırsata çevirmekte mahir olan sermaye kesimi, ulusal kaynakların (her türden emtia, yer üstü ve yeraltı kaynaklar, emek gücü vs) değersizleştiği devalüasyon sayesinde uluslararası piyasada rekabet gücünün artacağı hesabıyla, avucunu ovuşturmaya başladı. Enerji kaynaklarının, hammaddenin ve makine teçhizatın büyük ölçüde dışa bağımlı olduğu bir ekonomide döviz kurundaki artışın üretim maliyetlerini de arttırması aşikar iken akıllara takılan şu soru oldu: Nasıl oluyor da sermaye kesimi devalüasyonun ve enflasyonun yükseldiği koşullarda Türkiye’nin rekabet gücünün artacağını düşünülebiliyor?
Bu sorunun yanıtını, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mustafa Gültepe’nin bu hafta içinde yaptığı bir açıklamadaki “Asgari ücrette maksimum dolar bazında 300-400 dolar arasındaki seviyeyi koruyabilmeliyiz” sözlerinde bulmak mümkün. TİM başkanının beklentisi olan 300-400 dolar asgari ücret, aşağı yukarı bugün geçerli olan 8 bin 500 TL’ye (yaklaşık 370 dolar) karşılık geliyor ki bu rakam Türk İş’in -TÜİK verileri üzerinden hesapladığı- 10 bin 362 TL olan Mayıs ayı açlık sınırının dahi yüzde 21 gerisinde kalıyor. Bu da rekabet üstünlüğü sağlamak için diğer üretim maliyetlerindeki artışı da karşılayacak düzeyde emek maliyetleri (ücret, sigorta primi, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri vb) üzerindeki baskının daha da arttırılması anlamına geliyor.
Türkiye’de emek gücünün yarıdan fazlası, asgari ücret seviyesinde ve onun daha altında bir ücretle çalıştırılmakta. Bu nedenle ortalama ücret olarak da kabul edebileceğimiz asgari ücret, TÜİK’in -gerçeklerden uzak- enflasyon verileriyle belirlenen açlık sınırının bile altında kalıyor. Sermaye temsilcilerinin “emek maliyetini daha da baskılama” isteğinin karşılanması halinde, önümüzdeki dönemde ücretler genel seviyesinin, açlık sınırının çok daha altına inmesine tanık olacağız. Başka bir ifadeyle Türkiye nüfusunun geçimini ücretle sağlayan yüzde 70’inden fazlası, bugün açlık sınırının yüzde 20’sinden daha az bir gelirle yaşamaya çalışırken, önümüzdeki dönemde açlık sınırının çok daha altında bir gelirle çalışmak ve yaşamak zorunda bırakılacak!
Mehmet Şimşek’in temsil ettiği ulusal ve uluslararası sermayenin beklentisi ile TİM başkanının ifade ettiği beklentiler birbiriyle örtüşüyor. Bakan Şimşek’in ekonomi yönetimlerinde yer aldığı 2007-2018 arasındaki icraatları, bakan olmadan önce ve sonrasındaki söylemleri dikkate alındığında, önümüzdeki dönemde sadece emek maliyetlerini azaltmakla yetinilmeyeceğini öngörmek kehanet olmaz. Bu bağlamda kamu açıklarını ve sermayeye yönelik teşvikleri karşılamak için dolaylı vergilerin arttırılması ve kamu hizmetlerine (sağlık, eğitim vs) yapılacak harcamalarda kısıtlamaya gidilmesinin de en kısa zamanda gündeme geleceğini söyleyebiliriz.
Bir taraftan ücretlerin baskılanması diğer taraftan sağlık, eğitim vb kamu hizmetlerinde katılım bedellerinin yükseltilmesi ve ÖTV, KDV gibi dolaylı vergilerin arttırılması; hali hazırda zaten büyük bir sorun olan beslenme, sağlık ve barınma gibi sosyal sorunları daha da derinleştirecektir. 2024 Mart ayında yapılması beklenen yerel seçimler öncesinde sosyal sorunların derinleşmesini engellemek üzere bu ekonomi programında bir miktar sınırlama ya da erteleme olabilir. Ancak bir bütün olarak bakıldığında hedeflenen bu politikalardan sadece ücretliler değil, sermaye dışındaki (çiftçi, esnaf, küçük üretici vb) kesimler de etkilenecek ve sosyal sorunlar çok daha yakıcı bir hale gelecektir.
Sermayenin beklentilerinin ve siyasi iktidarın tercihlerinin ekonomideki çöküntünün faturasını emekçi ve yoksul halkın üzerine yıkarak büyük bir sosyal yıkıma neden olacağı ayan beyan ortadadır. Halkı bu yıkıma razı etmek için AKP/Saray iktidarı hukuktan ve demokrasiden daha da uzaklaşacaktır. Bu faturayı ödememenin, sosyal yıkıma razı olmamanın yolu ise -üretim süreci başta olmak üzere- her alanda mücadelenin yükseltilmesi, “genel grev” başta olmak üzere etkisi kanıtlanmış mücadele yöntemlerinin tüm demokrasi güçleri tarafından ivedilikle gündeme alınmasıdır.