Türkiye’nin içinde bulundurduğu farklı kimlikten ve kültürden insanlara karşı yürüttüğü inkar ve asimilasyon politikaları göz önüne alındığında, sığınmacıları kucak açarak karşılamasını beklemek gerçek dışı olacaktır
Hanne Baytürk
Sığınmacılık konusu tüm dünya devletleri için önemli bir sorun teşkil etmekte. Türkiye ise bulunduğu konumun da etkisiyle bu sorundan en çok etkilenen ülkelerin başında gelmektedir. Ancak Türkiye, sığınmacılar konusunda tam anlamıyla sınıfta kalmış olup başta Suriyeliler olmak üzere sığınmacılar, Türkiye’ye sığındıkları ilk günden bu yana iktidarın Avrupa’yı tehdit ettiği bir siyasi araç haline getirilmişlerdir. Ve bu sayede Avrupa Birliği’nden bugüne kadar milyarlarca euro para alınmıştır. Tabi ki bu paralar da sığınmacılar için kullanılmamış olup yalnızca iktidarın cebini doldurmuştur.
Bunun yanında ekonomik krizle boğuşan Türkiye’de iktidar ve muhalefet el ele vererek, halkın öfkesini kapitalist sisteme ve Suriye savaşında rol oynayan iktidara yöneltmesini engelleyip savaştan canını kurtarmak için kaçıp gelen sığınmacılara yöneltmiştir. Maraş Depremi’nde sığınmacılara yönelik ‘yağmacı’ oldukları iddiasıyla uygulanan işkence ve kötü muamele, sosyal medyada günden güne artan nefret söylemleri bu durumun sonucunu gösteren çarpıcı örneklerdendir. Sığınmacıların getirildiği konum depremde çok daha fazla mağdur olmalarına neden olmuş, depremzede sığınmacılar yardımlardan eşit şekilde yararlandırılmamış, çadırlar eşit şekilde sağlanmamış, şans eseri çadır alabilenlerse çeşitli bahanelerle çadır kentlerden çıkarılmışlardır.
Türkiye 14 Mayıs seçimlerine giderken sığınmacılar tekrar hedef haline gelmiş ve bazı yerlerde saldırılara da maruz kalmışlardır. Bunun sebebi ise seçimlerde demokratikleşme vaadinde bulunan başta CHP olmak üzere birçok muhalif partinin dahi sığınmacı problemini hukuka uygun diplomatik ilişkiler yürüterek çözmek yerine, seçim vaadi olarak sığınmacıları ülkelerine geri göndermeyi vadetmeleridir. Hatırlayınız, bu politika doğrultusunda Ramazan Bayramı’nda İstanbul Belediyesi sadece Türkiye vatandaşlarına ulaşımın ücretsiz olduğunu açıklamıştır.
Bizim bu yazıyı yazma amacımız ise sığınmacılara yönelik herkes tarafından bilinen nefretin başlangıçta Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve iç hukuktaki düzenlemelerle hukuk eliyle nasıl meşrulaştırıldığını okuyuculara aktarmak.
Dünyada sığınmacılar sorununa aranan çözümler neticesinde 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Birleşmiş Milletler Cenevre Sözleşmesi ve sözleşmenin kapsamını genişleten 1967 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Protokol düzenlenmiştir.
Türkiye söz konusu iki uluslararası düzenlemenin de tarafı olmuştur. Ancak taraf olurken sözleşmeye coğrafi kısıtlama getirmiş ve bir yabancının Türkiye’de mülteci sayılabilmesi için coğrafi kısıt olan “Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle vatandaşı olduğu ülkeye dönememe” şartını devam ettirmiştir. Aynı zamanda Türkiye buradaki Avrupa sözcüğünü ‘Avrupa Konseyi üye ülkeleri’ olarak tanımlamıştır.
Türkiye söz konusu sözleşmelerin iç hukuktaki düzenlemesini ilk olarak 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile yapmış ve ‘şartlı mülteci, ikincil koruma, geçici koruma’ kavramlarıyla mülteci olamayanlar (!) için farklı statüler getirmiştir.
Mültecilerin yanında farklı statülerin düzenlemesinin sebebi, devletlerin mülteci statüsüne sahip kişilere birçok açıdan kendi ülke vatandaşına tanıdığı hakları tanımak zorunda kalmalarıdır. Ancak Türkiye getirilen diğer statülerle ülkesinde maruz kaldığı savaş, zorlu koşullar nedeniyle arkadaşlarını, ailesini, evini bırakıp dilini dahi bilmediği bir ülkeye kaçmak, sığınmak zorunda kalan kişilere çok kısıtlı haklar tanıyarak ‘sınırlarına’ kabul etmektedir. İnsan hakları yok sayılarak alınan bu siyasi karar sonucunda milyonlarca Suriyeli sığınmacıya ‘geçici koruma statüsü’ verilmiş ve insanlık dışı koşullarda yaşamaya mecbur bırakılmışlardır.
Devletler başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler ve ulusal düzenlemeler ile kabul ettikleri “tüm insanların özgür ve eşit olarak doğduğu gerçeği ile tüm bireylerin haklara sahip olduğu, aynı düzeyde saygıyı hak ettiği” şeklindeki ‘eşitlik ilkesini’ ve yine AİHS madde 14’te “Bu Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır” şeklinde düzenlenen ‘ayrımcılık yasağını’ kendi çıkarları için açtıkları hukuki aralıklardan dolaşarak ihlal etmektedirler.
Türkiye’nin içinde bulundurduğu farklı kimlikten ve kültürden insanlara karşı yürüttüğü inkar ve asimilasyon politikaları göz önüne alındığında, sığınmacıları kucak açarak karşılamasını beklemek gerçek dışı olacaktır. Ancak bizler Türkiye halkları olarak verdiğimiz eşitlik ve kardeşlik mücadelesini, sınırların ve ulus devletin dayattığı pozitif hukuk normlarının da dışına çıkarak büyütmeye devam edecek, demokratik hukukla demokratik topluma ulaşmak için vermiş olduğumuz mücadeleden vazgeçmeyeceğiz!
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Üyesi