‘Yeni sömürgeci güç kenttir; kentlerdeki küresel ticaret, finans ve sanayi tekelleridir, onların üsleri olan plazalardır. Bu plazalardaki eskinin kale ve surlarını aratmayan güvenlik tedbirleri bu gerçeği doğrulamaktadır’
Doğan Kılıçkaya
Halklarımız 6 Şubat depreminin yarattığı felaketle boğuşurken, Urfa merkezli sel felaketi ile yaşam alanlarımızın ranta nasıl kurban edildiğini de öğrenmiş olduk. Bedeli elbette çok ağır oldu ama insanlığın, özellikle de halkımızın bundan çok büyük dersler çıkarması gerekiyor. Bu üst üste gelen felaketlerin hiçbirinin de kader olmadığını, bunların esas olarak toplumsallıktan kaynaklı hak ve sorumluluklarımızı yerine getirmememizin bir sonucu olduğunu doğru anlamak gerekmektedir.
Yaşam alanlarımıza kolektif bir iradeyle sahip çıktığımızda bunları yaşamayacağımızı bilmek gerekiyor. Çünkü toplum olarak yaşıyoruz. Dolayısıyla toplu yaşamın da doğalında olması gereken kuralları, sorumlulukları, çevreye ve birbirine karşı saygıyı en üstte tutan gelenek ve görenekleri var. Kanun ve yasalardan daha güçlü ahlaki değerler bütünlüğüdür onlar.
Yani doğal toplum, esas olarak da yaşam biçimi bakımından da hem ekolojiktir hem de komünaldir. Dolayısıyla ekolojik toplumun yaşam alanı köydür. Köy toplulukları, içinde bulundukları doğal çevreye en uyumlu topluluklardır. Neolitik toplum yaşamından bu yana yarattığı tüm birikimleriyle; kentten ve endüstriyalizmin azami kâr hırsından koruduğu organik bitkileriyle, evcilleştirdiği hayvanlarıyla birlikte muazzam bir uyum içinde varlıklarını sürdüre gelmişlerdir.
Elbette sömürü aygıtı olan devlet gibi, kentin de ikili karakteri vardır. Birinde ürettiği arza göre talep yaratıp sömürüyü derinliğine ve genişliğine yaymak; diğerinde ise kamusal yararlılık olarak kendisini tarifleyip güçlendirmektir. Onun içindir ki, ilk kentin tapınak etrafında doğması gibi her kentte de kamusal alan aygıtları olarak ibadethaneler, okullar ve hastaneler de vardır. Bir anlamda analitik aklın merkezi gelişme yeridir.
Kentle birlikte toplumlar, doğalında olan tüm aile, kabile, aşiret ve ulus kimliklerinden arındırılarak işçi, memur gibi sermayenin ihtiyaçlarına göre eğitilmekte ve hazırlanmaktadır. Aslında bununla ulaşılmak istenen ve amaçlanan komünal yaşam etrafında örülmüş olan toplumun ahlaki değerlerini aşındırarak yaratmak istedikleri bencil, bireyci, asosyal yoz insan türünü oluşturmaktır. Dolayısıyla doğal toplumun yaşam alanlarına dönük sürdürülen bu ahlak dışı savaş sonucunda köyden kente doğru sürekli bir akış sağlanmıştır. Kent, zamanla bu akışı karşılayamaz duruma gelmişse de sermaye grupları bundan daha güçlü yararlanmayı da becermiştir. Yani kent, biriktirdiği emek gücü sayesinde emek değerini düşürmenin de bir aracı olarak kullanmıştır.
Onun içindir ki kent, insanları emekten düşürerek tümden kendine yabancılaştırmaktadır. Kendine yabancılaşmış insan sürüleri olarak herhangi bir ahlaki kaygıya girmeden topluma karşı geliştirilen suç alanlarına dönüştürülmüştür. Kentle birlikte doğal toplumun tanımadığı, fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık, yağma ve gasp gibi suç türleriyle tanışmıştır. Modernlik adına sunulan her şey aslında bu tür ahlak dışı yaşamı teşvik etmektedir.
PKK Lideri Abdullah Öcalan, kentin yeni sömürgeci karakterini “Kentlerin bu yapısıyla toplum gerçekten sosyal kansere yakalanmıştı. Aristo bile on bin nüfuslu kenti tahayyül etmemişti. Yüz bin, bir milyon, beş milyon, on milyon, on beş milyon, yirmi milyon ve hedef yirmi beş milyon nüfuslu kent! Bu, gerçek bir kanser tarzı büyüme değil de nedir? Böyle bir kenti sadece beslemek için orta boy bir ülkeyi çevresiyle kısa sürede yok etmek mümkündür. Bu büyümenin hiçbir mantığı yoktur. Toplumun ve kentin doğasıyla birlikte Birinci Doğa’yı tahrip etmekten başka bir sonuç vermeyeceği açıktır. Hiçbir ülke ve çevre, halkıyla birlikte bu büyüklükleri uzun süre taşıyamaz. Çevrenin gerçek yıkım nedeni bu kanser tarzı büyümedir. Artık bir kent kendi ülkesini halkıyla birlikte işgal, istila ve tahrip edip âdeta sömürgeleştirmektedir. Yeni sömürgeci güç kenttir; kentlerdeki küresel ticaret, finans ve sanayi tekelleridir, onların üsleri olan plazalardır. Bu plazalardaki eskinin kale ve surlarını aratmayan güvenlik tedbirleri bu gerçeği doğrulamaktadır” diye tanımlamaktadır.
Tarihte kentin bu yok edici sömürücü karakterini ilk hisseden Kürt halkı olmuştur. Beş bin yıllık devlet ve kent geleneği içinde halkımız kentin bu karakterinden hareketle, kentten her zaman uzak kalmıştır. Uzak kaldığı için de bu sömürgeci vahşete karşı her zaman kendisini koruyabilmiştir. Geleneksel halk tarihimiz de kentler, ihanetle özdeş kılınmış, dağ ve köy yaşamı özgür alanlar olarak tercih edildiği için bugüne kendisini ulaştırmayı başarmıştır. Kürt için “Bajarî” olmaktansa dağlı olmak her zaman yeğ tutulmuştur. Tarihte birçok halk soykırımla yok olurken Kürt halkı bu tercihi sayesinde bugünlere gelebilmiştir.
Bu somut yaşam örneğimize sarılarak, yaşanan felaketin ardından tam da dağlı olmayı, ekolojik köy-kent projeleri geliştirerek kanserleşmiş kentten kurtulma zamanıdır. Yaşam ve tarım alanlarımızı betonlaştırmaya izin vermeden kalıcı çözümler üretebilmeliyiz.