Seçimler yaklaştıkça saflar netleşiyor. AKP-MHP faşist iktidarı saflarını –aralarında Hizbulkontra da olmak üzere- her türden gericilikle tahkim edip onları “yerli ve milli yapı” ilan ediyor. Faşizm, IŞİD’le olan “ortak mesaisi”ne “gönül ve hafıza birlikteliği” olduğu Hizbulkonra’yı da ekleyip “beraber yürüdükleri”yle başta kadınlar, LGBTİ+lar olmak üzere kendine biat etmeyen herkesi hedef gösteriyor.
Tıpkı 2015 seçimleri öncesinde dönemin Başbakanı, şimdinin “muhalifi” Ahmet Davutoğlu’nun Kürt halkına “Beyaz Toroslar gelir” tehdidinde olduğu gibi seçimler yaklaştıkça başta Kürt halkı olmak üzere faşizme teslim olmayan ve direnen herkese net bir mesaj veriliyor.
Kadınların 8 Mart, Kürt ulusunun Newroz alanlarında kitlesel ve militan bir şekilde verdiği “ataerkiye ve faşizme teslim olmayacağız” mesajı böyle yanıtlanıyor. Kendi saflarını en gerici ve saldırgan partilerle genişletirken, gündelik yaşamda ırkçılık ve şovenizmin dozunu artırıyor. Son haftalarda yaşanan kimi örnekler de bunu göstermektedir. Bursa’da Amedspor’un maçında “Beyaz Toros”, “Yeşil” pankartları açılırken aynı maç öncesinde bir Kürt çocuğunun darp ve işkence ile “Kürtlere sövmesi” isteniyor. İstanbul Newroz’unda Kürt bir çocuğun üzerindeki ulusal kıyafet bahane edilerek Newroz alanına girmesi yasaklanıyor. Amed Lice’de Kürt ulusal kıyafeti giyen Kürt çocuğuna işkence edilip zorla “İstiklal Marşı” söyletilmeye çalışılıyor. Kendi ulusal marşlarını dahi işkence aracı olarak kullanan faşist bir zihniyetten bahsediyoruz! 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası döneminde hapishanelerde devrimci tutsaklara yöneltilen zorla marş söyletme saldırısının bir benzeri bugün sokaklara taşıyor.
Elbette iktidarın bu politikasının AKP-MHP ile sınırlı olmadığı, sistemli bir devlet politikası olduğunu görmek gerekir. Yüzyıllık cumhuriyet rejiminin ret, inkar ve imha siyasetinin somut olarak pratikleştirilmesidir. İktidarı ve muhalefetiyle bütün hakim sınıf partilerinin yüz yıldır izlediği politika budur. Ancak yüzyıllık bu politika, karşısında devrimci direnişi de yaratmış, özellikle son 50 yıldır bu devrimci direniş örgütlü bir biçimde sürdürülmektedir.
Halk bir kez daha faşist terörle, baskı ve işkenceyle tehdit ediliyor. Bir kez daha “kırk katır mı kırk satır mı” ikileminde “ölümü gösterip sıtmaya razı edilmek” isteniyor. AKP-MHP iktidarı halkı “Beyaz Toros”larla tehdit ederken rakip burjuva kliği ise halkın faşizme olan öfke ve tepkisini kendi politikasının arkasına yedeklemek ve böylelikle iktidar olmayı hedefliyor. Her iki hakim sınıf kliği tarafından halkın faşizme karşı direnişi yok sayılıyor. “Koşulların 12 Eylül’den bile kötü olduğu”, “halkın Tayyip diktatörlüğü altında inim inim inlediği” söylemi ve “Silivri soğuktur şimdi” şakalarıyla bir gerçeğin üzerinin örtülerek halkın direnme ve mücadele pratiği görmezden geliniyor.
Elbette AKP-MHP faşizmi halkımıza yönelik büyük bir faşist saldırganlık içindedir. Kuşkusuz koşullar ağırdır. Ancak koşulların ağırlığı ve faşist saldırganlık meselesinde Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı açısından örneğin AKP iktidarı öncesinden temelde bir fark yoktur. Faşizm, AKP öncesinde de devrimciler, Kürtler, Aleviler, kadınlar, LGBTİ+lar vb. kendisine biat etmeyen, kendisi gibi olmayı ret eden kısacası mücadele eden ve direnenlere yönelik her daim saldırgan olmuştur. Kuşkusuz seçimler sonrasında da hakim sınıf klikleri arasında olası bir iktidar değişikliğinde de faşist saldırganlık sürecektir.
Şimdilerde faşist iktidar tarafından eriyen kitle desteği ve kitlelerin düzeni sorgulayan eğilimi karşısında gündeme getirilen “1990’lı yıllar” hatırlatmasına karşı biz de hatırlatmak isteriz ki; bu faşist zulüm ve katliam yıllarında da faşizme karşı devrimci direniş ve mücadele vardı. Faşizmin saldırganlığı bu direniş ve mücadele nedeniyledir ki nihai başarıya ulaşamadı. Şimdi de benzer bir tabloyu yaşıyoruz. TC faşizminin dümeninde yer alan AKP-MHP faşist iktidarının bütün saldırganlığına rağmen işçi sınıfının ve emekçi halkın, devrimci ve yurtseverlerin direnişi bitirilememiştir. Yaşadığımız ve mücadele ettiğimiz koşulların ağırlığı karşısında kuşkusuz gerilemeler yaşamış, mevziler kaybedilmiştir. Ancak bu faşizmin bir başarısı değil, bizlerin eksikliği ve hatalarından kaynaklıdır.
Bu anlamıyla faşizm tam anlamıyla bir zafer kazanamamışsa, bunda örneğin yakın mücadele tarihimizin Gezi İsyanı’ndan Kobane Serhildanı’na, Rojava’da işgale karşı devrimci savaştan, Cizre’de, Suruç’ta ve Ankara’da kitlesel katliamlara rağmen sokakları terk etmeyen direnişte, dağda ve Kürt gerillasının Medya Savunma Alanları’ndaki mücadelesinden, on binlerce gözaltı ve binlerce tutsağa, tecrit ve tredman politikasına rağmen teslim alınamayan devrimci tutsaklara vb. ağır bedellere, can kayıplarına, yaralamalara ve zindanlara rağmen, devrimci mücadele ve direniş bitirilememiştir. Faşizm nihai bir zafer kazanamamıştır.
Şimdi seçimlerin tartışıldığı ve seçim yoluyla “demokrasi” vaat edildiği durumda, seçim sonuçları ne olursa olsun halkın direnişi ve mücadelesinin sürdüğü ve süreceği bilinmelidir. AKP-MHP iktidarının saldırganlığına karşı halkın direnişini ve mücadelesini önemsizleştiren, kurtuluşun 14 Mayıs’tan sonra gerçekleşeceği propagandasına karşı kendisini seçim çalışmasıyla sınırlamayan, 14 Mayıs sonrasını da dikkate alan fiili ve meşru mücadeleyi önceleyen bir pratiğe ihtiyaç vardır. Depremler ve ardından seçimler gündemi birleşik devrimci mücadeleyi koşullamaktadır.