Ezilenlerin kaderi gibidir bu: Düşmanın sözüne güvenmek! Dakota Kızılderilileri de öyle yaptılar ve bedelini çok ağır ödediler. Amerikan tarihinde ilk kez bir meydana 38 idam sehpası birden kuruldu
Arif Mostarlı
26 Aralık 1862 sabahı, saat 10.00’da götürdüler onları. 38 Dakota Kızılderilisi… O gün Mankato kentinin sokaklarında 4 binden fazla ‘seyirci’ vardı. Sadece ‘seyirci’ de değildiler, kudurmuş bir topluluktu onlar ve mahkûmlar götürülürken taşlar, tuğla parçaları havada uçuşuyordu. Bir Amerikan yaratıcılığı olarak, 38 kişinin aynı anda asılabileceği uzun mu uzun bir ‘çoklu idam sehpası’ kurulmuştu. Hepsini aynı anda çıkardılar sehpaya, yüzlerine örtüler örtülürken, el ele tutuştu 38 kişi, uzaktan davul sesleri gelirken hep birlikte bir Dakota şarkısı söylemeye başladılar.
Yarım kaldı şarkıları ama. Tek bir balta darbesiyle bütün kapaklar açıldı ve 38 gövde boşlukta sallanırken, Minnesota’nın beyaz yerleşimcileri keyifle alkışlıyorlardı…
Bir var olma savaşı
Bugün ‘Dakota 38’ diye anılan bu travmatik infazın elbette geniş bir arka planı var. Sorunun tarihi, bir anlamda ilk beyaz işgalcilerin Kızılderili topraklarına el koydukları güne kadar uzanıyor. Ve tabii asla tutulmayan sözlere, uyulmayan anlaşmalara… 1862’de Minnesota bölgesi tam da bu kaosun içindeydi. Her gün yenilenen ve hiç tutulmayan sözlerin vardığı son noktada artık Dakota halkı yaşamını sürdüremeyecek kadar dar bir alana sıkıştırılmıştı, en resmi ağızlardan “Bırakın ot yesinler” deniliyordu onlara ve çatışma patlak verdi. 17 Ağustos 1862’de savaş resmen başladı ve 37 gün sürdü. Tahminlere göre bu sürede, 77 Amerikan askeri, 29 paramiliter korucu, 358 yerleşimci ve 29 Dakota savaşçısı yaşamını yitirmişti. Bu arada, iki tarafın elinde de çok miktarda rehine vardı.
Sonuçta, Eylül ayında Dakotaların bir bölümü aileleriyle birlikte şimdiki Kanada topraklarına geçerken, diğer Dakota liderleri, yalnızca yerleşimcilere saldıranları cezalandıracağını söyleyen Sibley’e inanarak teslim oldu. Bu, 2 binden fazla tutuklama anlamına geliyordu. O günlerde genç savaşçılardan Hdainyanka, Dakota konseyinde “Savaşı sürdürmekten yanayım ve rehinelerin teslim edilmesine karşıyım. Onlardan vazgeçersek beyazların yapacakları herhangi bir anlaşmanın arkasında duracaklarına dair hiçbir güvenim yok. Bizi hep soydular ve dolandırdılar. İnsanlarımızı vurdular, astılar, hapishanelerde öldürdüler ve o yüzden gençlerimiz heyecanlanarak katliam yaptılar, eskiler de onları engelleyemedi. Olanlardan pişman olabiliriz, ancak mesele düzeltilemeyecek kadar ileri gitti. Artık ölmek zorundayız” diye konuştu ama o ve diğer savaşçılar teslim olmayı kabul ettiler.
Linç hukukuyla idam cezaları
Yargılama tek kelimeyle göstermelikti. Bilmedikleri dilden konuşan adamlar onları yargılarken, Minnesota’nın ırkçı yerleşimcileri bütün tutsakların derhal öldürülmesi için hazırlık yapıyor, ortalık kaynıyordu.
Bu koşullarda mahkemeden çıkan 303 idam kararı, onay için Başkan Abraham Lincoln’ün önüne gelirken sanıkların tümü infaz edilmezse yerleşimci çetelerin kadın ve çocuklar dahil hepsini katledeceği bildiriliyor, bizzat Minnesota Valisi Alexander Ramsey, Lincoln’a “Onaylıyorsan onayla, yoksa burada devlet çetelerin eline geçecek, hepsini kesecekler” diye baskı yapıyordu.
Lincoln, yargılamanın nasıl yapıldığını bal gibi biliyordu ama “ayaklanmanın yayılmasını tetiklememek için” idamları onaylamaya hazırdı. “Bir yandan başka bir isyanı teşvik edecek kadar merhametli davranmamak, öte yandan gerçek bir zulüm oluşturacak kadar sert davranmamak” gibi laflar etmişti sonradan. Ne var ki, 303 idam ona biraz ağır geldi; önce sadece 2 idamı onayladı, sonra da ‘vatandaş hassasiyeti’ni dikkate alarak 38 kişiyi ipe gönderdi. Her şey idamlarla da bitmedi ama. Çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan bin 600 Dakota, önce bir adaya götürüldüler ve sadece bir kış boyunca 300’ü soğuk ve açlıktan öldü; kalanlar da daha sonra yollarda, sürgünlerde yaşamını yitirdi. Böylece beyaz öfke tatmin edilmişti.
Bu arada, asılanlardan ikisinin idam hükümlüsü bile olmadıkları sonradan anlaşıldı. Biri, idamlıkların adları okunurken ‘Caske’ adının yerli dilindeki karşılığı (İlk Oğul) kendisininkine benzediği için öne çıkmıştı. Diğeri ise (Wasicun) yerliler tarafından erken yaşta evlat edinilmiş genç ve engelli beyaz bir adamdı ve aslında mahkemede beraat etmişti!
En trajik olan ise, Hdainyanka’nın kayınbabası olan Şef Wabasha’ya idamından kısa bir süre önce yazdığı mektuptu:
“Beni kandırdın. General Sibley’nin tavsiyesine uyup kendimizi beyazlara teslim edersek her şeyin yoluna gireceğini, hiçbir masumun yaralanmayacağını söyledin. Ben beyaz bir adamı öldürmedim, yaralamadım. Ama bugün infaz için ayrılıyorum ve ölüme gideceğim. Karımı, senin kızını, çocuklarımı, yani torunlarını, senin himayene bırakıyorum. Acı çekmesinler. Çocuklarım büyüyünce bilsinler ki babaları reisinin tavsiyesine uyduğu için öldü.”
General Sibley, Hdainyanka ve Wabasha…
Tarih hep böyle tekerrür mü edecek?