Kabuğun altında sızlayan yaralar var, bedenden kaçmak isteyen gölgeler. Hepsini gördük ve hissettik. Tersi de ikna edici bir isyan. Kabahat teşhir edilmeyip sıradanlaşınca, olanların önünü almak imkânsızlaşır. Kaç zamandır burada hep böyle.
Hasıraltı edilmiş yanlışlar, uzak yangınların yalnızlığı, kapıya dayanmış cehennemin sessiz telaşı, başka bir dünya, ayrı bir hayatı tahayyül ediyor çünkü çok haklı. Bu kadarı da olmaz, denilen her şey oldu, o kadar da değil, diye çizilen her sınır ihlal edildi. Bu da bir silsile gibi vuku buldu ve her birimizin dünyasında kendine yer açtı.
Biliyorduk ama istemiyorduk, hatırlıyorduk ama unutmak istiyorduk, diye kendimizi razı ettiğimiz her şey, kendimizi ikna ettiğimizi sandığımız ne varsa kapımıza gelip dayandı. İş işten, can bedenden, tren rayından çıktı. Sonrası karanlık bir yas ve her yastıkta bir karabasan.
Bizi götürecek bir geçmiş yok, şimdinin yollarında gidiyoruz. Hakkını vererek yaşamak, hakkından gelerek ölmek zalimlere ve onların zulümlerine karşı tek anahtar, biricik özsavunma. Aklın tahakkümü, sağduyunun güven koridoru herkesin mezarını kazıyor. Biliyor, görüyor ve sessizce etrafında dolanıyoruz. Kahrolarak kaybolmayı bize reva görenlere dürbün olduk ve manzara yarattık. İflah olmaz bir ölmek seferberliği, ıslah edilmez bir yaşayamama döngüsünde helak olduk.
Karanlıkta uyanıp karanlıkta uyuyoruz. Üzerimize atılmayan bir toprak kaldı ve buna şükürler, hürmetler sıralıyoruz. Yok yok, bu paranteze alınmış yaşamın yazıldığı dili yakmak, sonra da unutmak lazım. Kimse bu dilde ne konuşsun ne yazsın ne de öğrensin. Bize yepyeni bir dil, yeni baştan yazıp öğreneceğimiz bir alfabe lazım.
Bildiklerimizi bir şafak vakti uçurumlardan yuvarlama çağına geldik de günbatımını bekliyoruz. Sonra tesadüflerin lütuflarına dilenci kalıyoruz. Sabır sabır, diye sapıtan bir aklın ve kalbin gösterdiği yolda düşüyor, düştükçe aynı sebeplere ve manasını yitirmiş hayallere tutunuyoruz.
Bilinir ki günbatımı da gündoğumu da kardeşti eskiden. Zamanın ısrarı, çalışmanın övgüsü, itaatin tembihi ayırdı onu. Dünya yerinde, güneş keyfinde, bulutlar gezintide. Zamansa kolumuzda, cebimizde ve duvarlarımızda paramparça edilmiş bir yaşamak artık. Çok bilinen bir gerçektir; ayıplarımızı da hatalarımızı da hep uzaklarda aradık ya da hiç gitmeyeceğimiz yerlere havale ettik. Beklesin de bizi görsün diye kocaman bir kazık çaktık, sonra sınırlar ve sınamalar eledi güzellikleri. Müstahak yazıldık, o kadar horlandık en baştan. Öncesi neydi, ne diyordu, hiç bilemedik. Bilmeden ve bilmekten kaçarak vardığımız buradayız işte.
Rüyalarımızdaki kuşlar uçuyor, masallarımızdaki bahçeler kuruyor. Dağlarda zehir, denizlerde katliam, ovalarda duman. Hepsine ve her şeye şahit birer lahit olduk. Ya gelecek olanlar bizi okuyacak ya da biz vazgeçtiğimiz, bu yüzden kaybettiğimiz ne kaldıysa hatırladığımız, sarılıp onlara, yeni düşlerle yol alacağız. Yol yok, yok çok diye diye kaldığımız her yerden göçtük de gölgemiz ve acımız duruyor. Tutunduğumuz her dal başkasının elindeyken, biz nereye ne kadar ve böyle?
Umursayacak, umutların esiri olmayacak, beklemenin gebesi kalmayacak bir ahkam ile keseceğiz dünleri bugünden, sonra herkesten birer şarkı, patikalardan, sokaklardan, meydanlardan yükselecek bir müzik. Burada kalsın ve belki birilerinin ağzında yankılanır, suya da söylenir: Hatırlıyoruz kendimizi, yaşayacağız burayı ve burada. Hatırlatacağız olanları ve bileceğiz nerede kaldığımızı.
Varolan değil, varsaymak hiç değil, varolmak eski bir efsane olmaktan firar etsin artık.
Haftanın kitap önerisi: Marcel Proust, Sodom ve Gomorra-Kayıp Zamanın İzinde / Çeviren: Roza Hakmen, YKY