Doğan Kılıçkaya
Kapitalist modernitenin merkezi konumundaki Avrupa kültürü, tarihten hiç de yabancısı olmadığımız gerçeğini tekerrür ediyor. Ortaçağ’dan günümüze taşıdığı Arena eğlencesini, tıpkı küresel imparatorluğunu ilan etmiş olan sermaye gibi, kocaman dünyamızı da küresel arenaya dönüştürerek izliyor.
Demokrasi, insan hakları, eşitlik, halkların kardeşliği, adalet, çevre ve ekoloji gibi uygarlık kavramlarını dillerinden düşürmüyorlar ama mesele “sermayenin egemenliği” ve “kâr” olunca tarihlerinden kopamıyor, “kâr” ve “sermaye” akıllarına gelince büsbütün çılgınlaşıyor ve gerçek barbar kimlikleri açığa çıkıyor. İnsanlığın sonuymuş, doğa yok oluyormuş, biyolojik alem can çekişiyormuş, hiçbirinin bir anlamı kalmıyor. Kürt Halk Önderliği; “Tarih bizde, biz tarihin derinliklerinde saklıyız” derken tam da bu gerçeği tanımlamış oluyordu.
Hiçbir halk veya varoluş kendi tarihinden bağımsız değildir. Her varoluşun bir de kendi oluş zamanı olduğu gibi her halkın da kendi varoluş zamanı vardır. Bu, diyalektik bir bütünlüktür. Tıpkı Marks’ın “her insan, içinde yaşadığı kültürün ürünüdür” dediği gibi. Roma İmparatorluğu ayakta kalabilmek için sürekli sınırlarını genişletmek ve ganimet toplamak zorunda kalıyordu. Sefere, yani yağma ve talan savaşına çıkan ordu, geri döndüğünde de yağmanın ve talanın gücü kadar “kutlama” ve “şenlik” yapıyordu. Bu amaçla devasa Arenalar inşa etmişlerdi. Bu Arenalarda uygulanan vahşetin haddi hesabı yoktu.
Bunları elbette biz söylemiyoruz. Başta Roma olmak üzere Avrupa’da uzun bir dönem uygulanmış, Avrupa toplumsallığının genlerine işlenmiş bir kültürden bahsediyoruz. Birçok belgesel ve edebi çalışmalarda da “gladyatörler” övülerek anlatılmıştır. Özellikle Hıristiyanlık, bu kültürle ehlileştirilerek, “bir zengini Hıristiyan dinine katmak, deveyi iğnenin deliğinden geçirmekten daha zordur” diyen Hz. İsa’nın dinini devlet dini kılmışlardır. Bu anlamıyla Avrupa uygarlık değerlerini oluşturan şeylerin de hırsızlık, yağma, talan ve sömürü sistemi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Biliminden felsefesine, icadından sanayisine kadar her şeyin kökleri dünyanın farklı coğrafyalarından olduğu zaten biliniyor. Uygarlık kavramını bile Mezopotamya’dan çaldığını bugünün arkeolojik kazılarından insanlık öğrenmiş bulunuyor. Uygarlığı, gerçek sahiplerinden çalmış, “yavuz hırsızın ev sahibini suçlaması” gibi sonra da kendisinin “uygar”, başkalarının “barbar” olduğuna bile toplumları ikna etmiş idiler.
Şimdi dünya halkları büyük oranda bu yalan hikayelerin büyüleyici tılsımının etkisinden çıktı. Artık “mızrak çuvala sığmaz oldu” misali; halklar, emekçiler, tarihin en eski sömürgesi kadınlar kiminle kavga edeceğini, kimden kaybettiklerini geri alacağını biliyor. Her biri kendi açısından kaybettiğini kaybettikleri yerde bulma diyalektiğini doğru yakalamışlar ve yerinde arıyorlar. Buldukları anda da tarihin büyük intikam hırsıyla geri almak için kendini eğitiyor, örgütlüyor ve o büyük gün için çok yoğun bir çaba ve kavgaya hazırlanıyorlar. Bu çaba ve hazırlık, halkların, emekçilerin, tarihin en eski sömürge sistemi kadınların bir özgürlük savaşı anlamına geliyor. Bu savaş; egemenlerin, sömürgecilerin, yağma ve talandan beslenmeye çalışan asalakların, “dünyanın bir köşesinde savaş çıksa da biraz silah satsak” diye kulağını kabartıp sinsi sinsi pusuda bekleyen sırtlanların savaşına benzemiyor.
Rojava devrimi, insanlığın “devrim okuludur”. Tarihte hiçbir halkın özgürlük mücadelesi bu kadar derinden sarsarak uluslararası enternasyonal bir zemine dönüşmemiştir. “Dünyayı sarsan” Ekim devrimi bile bu kadar enternasyonal zemin olmamıştır. Rojava, coğrafik olarak belki de hiçbir ülkeyle kıyaslanmayacak kadar küçüktür. Ama Rojava dünyanın, kadınların, halkların, emekçilerin ve bir bütün ötekileştirilmiş olanların dünyadan da büyük umut kaynağıdır. Bu bakımdan Rojava yarına umutla bakabilenlerin dünyasıdır. “Başka bir ülke mümkündür” diyenlerin kendilerini demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigmayla eğittikleri, örgütledikleri ve bizzat özgür yaşam hakikati kıldıkları zemindir.
Onun için Rojava devrimine saldırı öyle basit olmayacaktır. Rojava devrimine saldırıyla birlikte birçok faşist iktidar onun bedelini ödeyecektir. Sadece AKP-MHP faşist ittifakı çökmeyecek, ona destek veren, göz yuman ve böylece dolaylı destekleyen bütün iktidarlar bunun sonuçlarıyla tanışacaktır. Çünkü Rojava’dan dolayısıyla onun en sıcak parçası olduğu Mezopotamya’dan çalınan uygarlık güneşi tekrar kendi yurdunda doğmaya başlamıştır.
Rojava devrimi çoktan, dünyada böyle bir etki gücüne ulaşmış bulunmaktadır. Onun için Rojava devrim alanı dünyanın arenası olmayacaktır. Rojava’ya dönük saldırı asla tek bir ülkenin faşist yönelimi olarak tanımlanmayacaktır. Nitekim saldırıların ardından sıcağı sıcağına yürütülen tartışmalar bile bunları açıklamaktadır. Amerika’sından Rusya’sına; AB’sinden NATO’suna kadar tüm güçler bu saldırıda ortaklaşmış ve her biri sonuçları bakımından alacaklarının hesabını yapar hale gelmişlerdir.
Ama unuttukları ve hesabını yapmadıkları şey Mezopotamya demokratik uygarlık güneşinin halkların, emekçilerin, kadınların ve bütün ötekileştirilmiş olanların; nükleer dehşet dengesinin korkusuna kapılmış olan çevrecilerin, ekolojistlerin umut dünyalarında yeşeren sımsıcak bir gül gibi açmış insanlığın büyük isyan ateşidir. Rojava devrimi; kadın öncülüğünde toplumun doğayla sentezleştiği, insanlığın demokratik birliğini kurarak büyüyecek olan son umut kaynağı olarak var olmayı başaracak, tüm sömürgeci, soykırım rejimleri kaybedecektir.