Geçen gün ekstra bir yazı yazdım, gazetemize gönderdim. Redaksiyon yazının “hukuki sorun” çıkarabileceğini, o nedenle yayınlayamayacaklarını bildirdi.
Yazıyı onların gözüyle yeniden okudum. “Hukuk eğer hukuk olsa” bu yazı bir sorun çıkarmaz ama, yine de redaksiyona hak verdim.
Ve şimdi yazı günümde konuyu “sorun” yaratmayacak tarzda ele alacağım.
Savaş ortamında, savaşa karşı olanların üye olduğu bir legal partinin işi çok zordur. Legal medyanın işi daha da zordur. Bu alanlarda çalışanların, “dışardan” konuşanlar gibi konuşmasını beklemek haksızlık olur.
Böyle durumlarda ilkesel konumu korumakla legal konumu korumayı uyumlu şekilde birleştirmek büyük ustalık gerektirir. Bu “ustalıkla oportünizm” arasında çok ince bir mesafe olduğunu daima akılda tutmalıyız. “Ustalık” sözcüğünü o nedenle kullanıyorum.
Çoğu zaman biz, savaş karşısında legal çalıştıkları halde “ilkelerini” koruyan iki büyük devrimciden söz ederiz: Rosa ve Karl… Onlar Alman parlamentosunda “savaşa karşı” sağa sola sapmadan tutum almanın bedelini ölümle ödediler.
Ne var ki, Türkiye’nin koşulları Almanya’nın koşullarına benzemiyor. Rosa ve Karl, “son sözün” söyleneceği noktadaydılar. Savaşı önleyecek güçte bir alternatif yoktu çünkü. Alman işçi sınıfının Spartakist devrimi yenilmişti. Son söz “ölüm öncesi” söylendi.
Türkiye’de durum böyle değil. Evet, savaşı önleyemedik, ama devrimci süreç devam ediyor ve Rojava’da zafer kazanıldı. Aynı zamanda HEP’ten ve Özgür Gündem’den bu güne kadar devletin tüm kanlı baskılarına rağmen, Kürdistan halkı legal parti ve legal medyayı ayakta tutmayı başardı. O halde legal partinin ve medyanın “son sözü” söyleyip, legal çalışma defterini kapatması gerekmiyor.
Legal mevzileri korumak ve daha da güçlendirmek gerekiyor.
Bu iki türlü gerçekleştirilebilir: Dediğim gibi “ilkeleri korumakla legaliteyi koruma” görevini ustalıkla birleştirerek, ya da adım adım ilkelerinden legalite adına uzaklaşarak.
“Kınama çizgisiyle” bu söylediklerinin ne ilgisi var diyebilirsiniz. Şöyle anlatayım:
Savaşta “iki taraf” var. İktidarın silahlı güçleriyle, ona karşı olanların silahlı güçleri.
Ama aynı zamanda bir de “siyasi alan” ve bu alanda da “iki taraf” var. Millet İttifakı’nı geçelim, AKP-MHP iktidarı ile HDP ve müttefikleri.
Bu iki alan açısından “kınama” çizgisini ele alalım.
Her iki alanda mücadele eden farklı düşüncede insanlar var. Biz bunları iki kategoriye ayıralım: Pasifistler ve devrimciler.
Şimdi bu siyasi alanda mücadele eden ve vicdani inancı gereği “şiddetin her türlüsüne” samimiyetle karşı olan bir kişiyi düşünelim. Onun vicdani inancına itiraz edebilir miyiz? Komünistler geçmişte bu tür “pasifistleri” karşı devrimci olarak görürlerdi. Nükleer dehşet dengesiyle insanlığın tehdit altında olduğu dünyamızda “şiddetin her türlüsüne karşı” çıkan “pasifistleri” bugün böyle değerlendiremeyiz.
Böyle bir insanın yaşanan her türlü şiddet eylemini “kınaması” doğaldır. Benimsediği ilkenin gereğini yapmaktadır. Ona kızmayız. Ama eleştiririz.
Pasifistin “kınama çizgisi” faşizm koşullarında onun iradesinden bağımsız nasıl sonuçlar doğurur? Önce savaş alanındaki sonuca bakalım:
Pasifist hem Mersin’deki “şiddete”, hem de devletin “kimyasal şiddetine” karşıdır. İkisini de “kınamaktadır.” Ancak Mersin’i hafif bir mırıltıyla kınasa bile, onun sesi devletin psikolojik savaş mikrofonundan gök gürültüsü gibi etrafa yayılır. Kimyasal teröre karşı sözleri ise bir fısıltı gibi efirde kayıplara karışır. Pasifist teorik olarak “şiddetin her türlüsünü kınamıştır”, ama pratikte iktidarın şiddetinin yanında istemeden yer almıştır. Kınamanın sonucu böyle olmuştur. İlkesini koruyamamıştır.
“Siyasi alanda” durum nedir? Pasifist iktidara karşıdır. Ama iktidarın iktidarını korumak için temel politikası savaştır. Pasifist istemeden bu savaşta iktidarın savaş politikasına hizmet edince, siyasal alanda da iktidara karşı olma ilkesini koruyamamıştır. Onun Mersin demagojisine itiraz etmediği için, iktidarın seçim propagandası karşısında da ilkesini koruyamamıştır.
Gelelim legal alanda çalışan yurtsever devrimciye. Onun “kınaması” belli ki, “ilkelerle” ilgili değildir. “Özsavunma”dan söz etmektedir, “haklı ve haksız savaş” ayrımı yapmaktadır. Belli ki O, “legaliteyi” korumaya, iktidarın psikolojik saldırısını savuşturmaya çalışmaktadır.
“Kınama” ile legaliteyi korumanın mümkün olduğuna samimiyetle inandıklarını düşünüyorum. Aynı zamanda fena halde yanıldıklarını da biliyorum.
Ama daha önemlisi bu yöntemin söz konusu kişileri olmasa da seslendikleri kitlelerin en geri kesimlerini istemedikleri bir yere sürükleyeceğini düşünüyorum. Bu kınamalar sistemli hale geldiği zaman, HDP seçmeninin politik bakımdan zayıf olan kitleleri üstünde iktidarın etkisi büyür. Affınıza sığınarak ifade edeyim, “kulağı kesik siyasetçinin kınaması” bir “savunma” taktiği olsa bile, “kınamayı benimseyen” bu geri kitlelerin “kınaması” o kitleyi adım adım Kürt özgürlük hareketinden uzaklaştırır, egemen sınıfın tuzağına düşürür. Deneyimli Kürt halkı için şunun ya da bunun “kınaması” önemsiz olsa da deneyimsiz kitle için zararlıdır.
Bu yazı “kınayanları” suçlamak için yazılmadı. “Kınama çizgisinin” işe yaramazlığını ve hatta olumsuz sonucunu göstermek için yazıldı. Ama bununla yetinmek olmaz. “Kınama çizgisinin” legaliteyi koruyacak bir alternatifini de söylemek gerekir.
Alternatif şu: Savaşın kanlı, trajik sonuçlarını değil, bunları doğuran sebebi, yani savaşı “kınayın” ve kınamayan iktidarı kınayın. Çünkü savaş sebep, Mersin sonuçtur.