Hicri İzgören
Geçen 5 Haziran ‘Dünya Çevre Günü’ydü. Ne bir etkinlik ne de farkındalık yaratmak için bir çalışma görmedik.
Bu hafta da, ‘Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Haftası’ymış… Keşke düşünsel ve zihinsel çölleşmeyle mücadele haftası diye bir hafta da olsaydı diye düşünmeden geçemiyor insan. Çünkü ekoloji sorunlarının birçoğunun insan zihninin çölleşmesi diyebileceğimiz kayıtsızlığı ve çevreye karşı hoyratlığından kaynaklandığını biliyoruz.
Doğaya karşı ahlaki bir sorumluluk göstermiyorsak kafalarımızdaki çölleşme ekolojik çölleşmeyi ve benzeri sorunları da birlikte getirecektir.
Çölleşme ve kuraklıkla mücadele öyle bir güne bir haftaya sığdırılacak bir olay değil. Bu konuda farkındalık yaratmak süreklilik gerektiren bir çalışma.
Bu alanda gönüllü bir kuruluş olarak çalışmalar yapan TEMA Vakfı varoluş nedenini yaşama yani toprağa sahip çıkmak ve onu korumak olarak açıklıyor: “Çünkü toprak hepimizin yuvası, gıdamızın %95’inin doğrudan ya da dolaylı kaynağı, habitatlarımızın dayanıklılık kaynağıdır. Okyanuslardan sonraki en büyük karbon yutağı olarak toprak, iklim krizi ile mücadelenin de önemli bir aktörüdür. Toprağımız varsa ormanımız, tarımımız, meralarımız ve hayvancılığımız olur” diyor.
***
Kızılderililerin Reisi Seattle’nin: “Toprak insana değil, insan toprağa aittir” sözü toprak konusunda söylenmiş en güzel sözlerdendir.
Bilinen bir gerçektir, hani 1854 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce yazdığı bir mektupla Amerika’ya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla Kızılderililerden toprak istemiş.
Topraklarının büyük bir bölümü zaten beyazlar tarafından zorla ellerinden alınmış olan Kızılderililerin Reisi Seattle, ABD Başkanına bir mektupla yanıt vermiş. Bu köşenin sınırlarını aşan mektubun bir bölümü şöyle:
“…. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır… Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak” (Şef Seattle, 1854)
Yale, Sorbon, Oxford ya da bir başka okuldan mezun olan ünlü bir düşünürün sözleri değil bunlar. Nobel ödülü kazanan bir edebiyatçının da değil. Beyaz adamın; “vahşi”, “barbar” ilan ettiği bir Kızılderilinin “uygar” beyaz başkana mektubu.
Bu mektup; insan ve doğa diyalektiğini en güzel dile getiren metinlerden biri olarak günümüzde değeri daha çok artmaktadır.
Ne zaman doğadan söz edilse, Akira Kurosawa’nın her bir planı ayrı bir tablo estetiğine sahip, sekiz ayrı rüyadan oluşan başyapıtı aklıma gelir.
“Düşler” adlı bu filmin tümü doğa üzerine sekiz ayrı bölümden oluşuyor. Hepsi de bize doğaya verdiğimiz tahribatı hatırlatıyor. Son rüya olan “Su Değirmenleri Köyü” bölümünde yaşlı değirmencinin genç turiste söyledikleri sözler hepimize bir nasihat niteliğindedir: “Günümüz insanı doğanın birer parçası olduğunu unuttu. Bağlı olduğumuz ve ihtiyacımız olan doğayı yok ediyor. Hava ve suyu kirletti. Kirlenmiş hava ve su da insanın kalbini kirletiyor.”
***
Kendini merkeze alan, adına modern denilen toplum, doğanın kendi kurallarını gözetmediği için yaşam döngüsünü tehdit eden bir konuma gelmiştir.
Sadece siyaseti ve ekonomiyi düşünür olduk. Siyasiler günü kurtarmanın derdinde.
Gelinen noktada Türkiye’de ormanlar, dereler, topraklar, denizler tehdit altında artık.
Mevcut anayasada çevre hakkı ve koruması hukuka girmiş olmasına rağmen her durumda çiğneniyor.
Siyaset ne yazık ki ekosistemin tüm varlıkların bütüncül bir hakkı olarak, gelecekteki kuşakların da haklarını tanıyan ve savunan bir yapıda olması bir yana, sürekli bir eko-kırım uygulaması içinde.