Kenan Kırkaya
Bir ara YTL vardı, Yeni Türk Lirası. Onun üzerinden Yeni Türkiye kavramı icat edildi, peşi sıra yeni iktidar anlayışı, yeni dünya, yeni yüzyıl, yeni hayat, yeni insan kavramları birbirini kovaladı. Her şey yeniydi, tıpkı yeni basılan banknotlar gibi gıcır gıcırdı, eskiye dair bütün karamsarlıklar, kötülükler, acılar geçmişte kalmıştı!
Şimdi kimse TL’nin Y’sini hatırlamıyor, çünkü eskisinden beter hale geldi. O yeni olan TL dünyanın en fazla değer kaybeden parasına dönüştü, değersizleşti, alım gücü düştü, insanlar yoksullaştı. Yeni olan iktidar eskisine rahmet okuttu. Yeni dünyayı, yeni hayatı, yeni güzel günleri hiç görmedik zaten. Bütün bu yenilerin üzerinden yeni sistem inşa edildi. Yeni denilen sistem Türkiye’yi ikiye böldü, bu “yeniyi” savunanlar Türkiye’nin uçacağını, hızlı kararlar alınacağını, hayallerin gerçeğe dönüşeceğini, Türkiye’nin dünyanın en zengin, en gelişmiş ülkesi haline geleceğini iddia ederken geçmiş güzelleşmesi yapan kimi muhalif çevreler “tek adam rejimi” diyerek duruma itiraz etti. İkisi de gerçekleşmedi. Sistem yanlıları yeni sistem için ne iddia ettiyse tersi gerçekleşti. Türkiye yoksullaştı; işsizlik, açlık, hayat pahalılığı arttı; savaş, şiddet ve onun körüklediği krizler derinleşti, karamsarlık ve umutsuzluk had safhaya ulaştı. Bir çürüme hali Türkiye’nin her tarafını sardı. “Geçmiş güzel günlerin” rüyasından uyanamayan muhaliflerin de iddiasının aksine “tek adam” yönetimi yerini bir yığın “adamın” güç ve bilek güreşine bıraktı. Oysa Spinoza bundan asırlar önce doğrudan tanık olduğu monarşilerde “kralın ortak esenlik ve kendi esenliği için yetkilendirilmiş kişiler, danışmanlar ve dostlar” arayacağını ve monarşi olarak adlandırılan devletlerin bile mutlak anlamda “aristokratlar” düzeni olduğuna işaret ediyordu.
Öyle ya AKP iktidarının çok öykündüğü, “Yeni Osmanlıcılık” diyerek hülyalara daldığı Osmanlı’da bile padişahtan çok vezirlerin, saray ağalarının sözü geçerliydi. Genç Osman’ın etrafını saran “çok adamlar” tarafından tahttan trajik bir şekilde indirilmesinin öyküsü hâlâ hafızalarda canlı. “Saray entrikaları” dedikleri, o çok adamların ve onun yörüngesindeki kimselerin iktidar oyunlarıydı. Bahçeli’nin, Soylu’nun, Perinçek’in, Destici’nin ve daha nicelerinin dahil olduğu güç çekişmesi de yeni dönem iktidar oyununun bir başka perdesi olarak varlığını gösteriyor. Bu çekişmede aklın, mantığın, toplumsal değerlerin, siyasi etiğin yeri yok. Bunun son versiyonunu Soylu ile Ümit Özdağ arasında ergenlerin kendilerini esir alan hormonlarının da etkisiyle ve belgesellerden kopya edilmiş okul arkası müsamereyi anımsatan şamatasında izledik. Hakaretlerin havada uçuştuğu, düzeyin dip yaptığı, normal koşullarda ve normal toplumlarda en hafif tabiriyle “ayıplanacak” bu şamatayı kamuoyunun önemli bir bölümü huşu içinde izledi. Bu horoz dövüşünde taraftarlar kendinden geçti, skorlar tutuldu, bahislere girildi. Koca koca “bilim adamları” konuya ilişkin yorumlar yaptı, koca koca televizyonlar canlı yayınlar için birbiriyle yarıştı, koca koca anket şirketleri bu şamatanın yarattığı sonuçları incelemeye başladı. Bu durumu ayıplaması gereken birçok çevre bile “Helal olsun adamlar iyi oynuyor” diyerek hayranlıklarını dile getirdi. Bu müsamerede kabinenin güzide bakanları taraf belirlemek için İçişleri’nin önünde kuyruğa girdi, iktidarın küçük ortağı grup toplantısında tarafını belirledi. Kimi muhalefet parti liderleri Ümit Özdağ’ın arkaik tezlerini tekrarlamaya başladı. Koca ülke bu horoz dövüşünde ikiye bölündü. Bu durumu değiştirmesi beklenen, bunun için kendisine umut bağlanan kimi siyasetçiler kendisini eleştirenlere parmak sallayarak ve iktidardan devşirdiği kibirle, “Akıllı olun, vız gelir tırıs gider” diyerek tehditler savurdu. Egemenlerin tarih boyunca bu atarlanmalarının, birbirlerine karşı sahte meydan okumalarının tamamı bir başkasının yaşam hakkı üzerinden gerçekleşiyor. İnsanları mülteci durumuna düşürenler onların nerede, nasıl yaşayacağına ya da yaşam hakları olup olmadığına hükmediyor. Kürtlerin bu ülkede yaşayıp yaşamayacağına, haklarının olup olmadığına karar verme hakkını kendinde görüyor ve bu noktada da kötülük yarışı başlıyor.
Bütün bu örnekleri çoğaltmak mümkün, fakat mevzu belli ve uzatmaya gerek yok. Bütün bunlar Türkiye’de çok köklü ve esaslı bir başka soruna işaret ediyor. Türkiye’de toplumun büyük bir çoğunluğu sofrasındaki ekmeği düşünerek ekonomik krize odaklanırken, çare üretmek için kara kara düşünürken, pek çok aklı başında insan ekonomik krizle birlikte toplumsal krize işaret ederken, Türkiye’nin yaşadığı bu derin siyaset ve ruhsal krizinin pek kimse farkında değil. Sorunun kaynağı toplumun da maalesef ki normalleştirdiği bu siyaset yapma biçiminde. Asıl temel kriz siyaset krizidir ve alternatif bir siyaset anlayışı inşa edilmeden de ülkenin normalleşmesi mümkün değil.