“En uzak mesafe ne Afrika’dır / Ne Çin, Ne Hindistan / Ne seyyareler, ne de yıldızlar geceleri ışıldayan / En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir / Birbirini anlamayan.” Can Yücel
***
Anlamak ve anlaşmak iki yüzlü bir madalyon gibi ayrılmaz bir bütünü oluştururlar. Hayatın birçok alanında görülse de en büyük iletişimsizlik bugün siyasette yaşanmaktadır. Kutuplaştırıcı ve ötekileştirici söylem, dildeki anlaşma mesafesini giderek çoğaltıyor.
Siyasetçi yalan söylemeyi seviyor ve bu konuda bir hayli hünerli ve deneyimli. Siyasetten yalanı çekip çıkarmak mümkün olsaydı siyaset sudan çıkmış balığa dönerdi ama ne mümkün. Bugün de yalan ve manipülasyon üzerine kurulmuş bir siyaset ve buna inanmaya hazır şekilde biçimlendirilmiş bir kitle var karşımızda ne yazık ki.
Sosyal ve siyasal sorunlara yaklaşım tarzımız ve onları çözümlemek için kullandığımız dil mahalle kavgası gibi. Politik söylem artık çatışmacı dilin bir parçası haline gelmiş durumda. Özellikle siyaset erbabının ve medyanın bu konuda gerekli duyarlılığı göstermesi gerekir. Kışkırtıcı, suçlayıcı, dışlayıcı ve buyurgan bir dil çatışmayı kızıştırır. Çatışma dili kolaydır, anlaşma dili, özveri ister ve iyi niyet gerektirir.
***
Bu konuda medyanın sicili de bir hayli bozuk. Çarpıtılmış haberlerle nefret söylemi kullanmadan siyasi bir argüman oluşturmak ya da bir haber yapmak bu ülkede neredeyse mümkün olmadı. Sosyal sorumluluk anlayışını rafa kaldırıp yurttaşların en doğal hakkı olan doğru ve eksiksiz bilgilendirilme hakkını kendi eliyle ihlal eden medyanın demokratikliğinden söz etmek zaten mümkün değildir.
Bu anlamda ırkçılığın sıradan ve olağan karşılandığı ve aynı zamanda meşrulaştırıldığı bir toplumda bireyin tek başına bu illetin üstesinden gelmesi düşünülemez. Bırakınız üstesinden gelmesini, siyasi söylem ve medyanın ırkçı ve nefreti makamındaki yayın politikası, insanları kin ve nefret saçan bir toplum haline getirdi.
Oysa medya yalanı açığa çıkaran, şiddete odaklanmayan, farklı fikir ve yaklaşımlara imkan sağlayan ve bunu görünür kılan bir yaklaşım içinde olmalıdır. Oysa görünürdeki tarafgir medya, şiddete odaklı ve kızıştırıcı bir tutum içindedir. “Halk çatışmacı bir eğilimle beslendiğinde, propagandalar ile birlikte, özellikle kişilikleri ve yaşantıları ile ilgili sorunlar da yaşıyorlarsa, daha kolay savaş fanatiği haline gelebilir” der Alfred Adler.
***
Anlaşmadaki mesafe, dildeki ve söylemdeki mesafeyle doğru orantılıdır bir bakıma. Sağlıklı iletişim kurmak, sadece belirli yerlerde bize gerekli olan bir durum değil yaşamımızın her alanında gereklidir.
Sorunlara yaklaşım tarzımız ve onları çözümlemek için kullandığımız dil de sorunun bir parçası olabilir. O yüzden bunlarla mücadele yöntemini ve dilini doğru belirlemek çok önemli.
Yüreği yaralı iki annenin kucaklaşması gibi ortak bir duygu, ortak bir yürek, ortak bir dil gerek bize. Herkes önce kendini, sonra başkalarını anlama ve uzlaşmacı bir üslupla karşısındakine yansıtabilmelidir.
“Güzel sözler güzel yankılar meydana getirir” diyor S. Walton. Tüm sorumlular, çatışmaları meşrulaştıran ve olağanlaştıran nefret söylemini terk etmeli, barış dilini, ahlakını ve değerlerini oluşturmada sorumluluk üstlenmelidir.
Bu sorumluluk bilincinin gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üslenmesi adına anlam kazanması için gerekli bir söylem ve dili oluşturmak gerekiyor. Yoksa bu lanetli ortamdan kurtulamayız. Yani “Çözümün bir parçası değilsek sorunun bir parçasıyız” demektir.