Fikret Başkaya
Oxymore, oxymoron, kadim Grekçe bir kavram? Karşıt anlamlı (antinomik) iki kelimeyi veya kavramı yan yana getirmeye deniyor. İşte, gerçek yalanlar, gecenin aydınlığı, bakire anne, özel halk otobüsü, sürdürülebilir kalkınma gibi… Sanatçıların, şairlerin, edebiyatçıların, eski dildeki tecâhül-i arifane [bilinen bir şeyi, edebî bir nükte ile bilinmiyormuş veyâ başka türlü biliniyormuş gibi gösterme sanatı) denilenin bir gereği olarak oxymore’a başvurmalarının bir mahsuru yok. Mesela Baudelaire, kulakları sağır eden sessizlik (un silence assourdissant), Balzac, soylu korku (une sublime horreur), derken yaptıkları bu…
Fakat estetik, sanatsal alanın dışına çıkıldığında oxymore artık masum değildir. Olmayan bir şeyi varmış, ya da ‘başka bir şeymiş’ gibi göstermeyi amaçlıyor. Bilinç bulanıklığı yaratarak, egemen sınıfların elinde bir ideolojik manipülasyon aracına dönüşüyor. İdeolojik köleliği pekiştiriyor… 1987 yılında Norveç eski kadın başbakanı Gro Harlem Brundtland başkanlığında Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafında hazırlanan Ortak Geleceğimiz adlı rapor yayınlandı. Sürdürebilir Kalkınma ilk defa o raporda yer aldı. 1992 Rio BM Dünya Çevre ve Kalkınma Konferansı’ndan sonra da akıl almaz bir hızla yaygın bir kullanıma ulaştı… Ve yeni kullanımları türedi: İşte, sürdürülebilir su, sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir spor, vb… O kadar ki, nerdeyse önüne sürdürülebilir niteleme sıfatı eklenmeyen kelime kalmadı… O raporla ilgi bir yazıda, söz konusu olanın bir oxymore olduğunu, amacın kapitalist-emperyalist ilişkiler bütününü meşrulaştırmak, kabullendirmek, oligarşilerin elini güçlendirmek olduğunu söylemiştim… ‘Katılımcı demokrasi’ deniyor… Katılım olmadan demokrasi olmayacağına göre… ‘Özel halk otobüsü’ demek, ulaşım sektöründe faaliyet gösteren kapitalist bir işletme değil midir?
Sürdürülebilir kalkınma ideolojik manipülasyon amacıyla peydahlanmıştı… Zira, kapitalizm dahilinde söz konusu olan kalkınma değil, ekonomik büyümedir. Kapitalizm ve kalkınma antinomik kavramlardır… Söz konusu olan, sermayenin büyümesidir… Her seferinde sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir… Kavramın peydahlandığından bu yana 35 yıl geride kaldı ve bu zaman zarfında her şey kötüleşti, artık tüm gösterge ışıkları kırmızıda… Aslında küresel oligarşinin akıl hocaları ve sözcüleri daha açık sözlüler… Onlar sürdürebilir kalkınma demiyor, sürdürülebilir büyüme diyorlar. Misyonu ve varlık nedeni verili kapitalist-emperyalist status quo’yu meşrulaştırmak olan BM çevreleri ısrarla sürdürülebilir kalkınma şarkısını söylemeyi sürdürüyorlar…
Şimdilerde yeni bir oxymore gündemde: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem… Türkiye’de 1950 öncesinde tek parti diktatörlüğü geçerliydi. O tarihten sonraki rejime Parlamenter Demokrasi dediler. Oysa demokrasiyle hiçbir ilgisi yoktu. Gerçi belirli aralıklarla seçimler yapılıyordu ama şeylerin seyri değişmiyordu… Müesses nizamın siyasi partileri halktan oy alıyor ama onu asla temsil etmiyorlar… Seçenle seçilen arasında gerçek bir temsil ilişkisi yok… Hiçbir zaman da olmadı… Mülk sahibi sınıflar bir konsensüs oluşturup, bir partiyi iktidara taşıyorlar. O parti yaklaşık 8-10 yıl iktidarda kalıyor… O zaman zarfında bütçe, hazine, müşterekler yağmalanıyor, talan ediliyor, işler sarpa sarıyor… Yağma ve talan imkanları daralınca aynı kadrolar yeni bir parti kurarak yola devam ediyorlar… Dikkat edin, siyaset sahnesinde hep aynı aktörler var… Elbette despotik Saray rejiminden olabildiğince çabuk kurtulmak gerekiyor ama o kadarı şeylerin seyrinde kayda değer, kalıcı bir değişiklik yapmaz…
Burjuva politikacıları nasıl aldatırız, nasıl yönetiriz sorusuyla ilgilidir. Oysa asıl soru, yönetim nasıl olacak sorusu olmalıdır… Her seferinde İnsanlar ‘ehveni şer’e, daha az kötüye ikna ediliyor… Yeni iktidar geride kalan dönemde halktan çalınanı ona iade edecek mi? Temel üretim ve yaşam araçlarını sosyalleştirecek mi? Ekonomik-ekolojik-sosyal demokratik bir plan uygulayacak mı? Neyi ne kadar değiştirecek? Despotik Saray rejiminin yerini almaya aday muhalefetin gündeminde bu tür sorulara yer var mı?
Türkiye’de siyasî partiler devletin parelel örgütleridir. Bürokratik, tek adam örgütleridir. Bu bürokratik, anti-demokratik örgütlerin bir de demokrasinin vazgeçilmezleri sayılması rahatsız edici bir çelişkidir… Milletvekilleri parti başkanı tarafından atanıyor. Seçmen başkanın atadığına oy veriyor… Velhasıl tam bir sirk oyunu, tam bir saçmalık… Otuz yıldan fazla parti başkanlığı yapanları var. Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahların tahtta kalma aritmetik ortalamasının 17 yıl 3 ay olduğu hatırlanmalıdır… Bu sadece siyasî parti başkanları için öyle değil, 40 yıl sendika başkanlığı, dernek başkanlığı yapan da var
Parlamenter sistemin güçlüsü-zayıfı olmaz. Elbette acilen despotik Saray rejiminden çıkmak gerekiyor ama ‘güçlendirilmiş parlamenter sistemle’ şeylerin seyri ne kadar değişebilir… Yüzyıllık Kürt sorununu çözmek gibi samimi bir niyet var mı? Kürt sorunu bütün yakıcılığıyla orda yerde dururken bir şeylerin değişmesi mümkün müdür? Güçlendirilmiş Parlamenter cephesinin HDP’ye yaklaşımı neyin olmayacağının işareti değil mi?
Siz hiçbir burjuva politikacısının, hiçbir ‘konunun uzmanının’ ağzından ‘kapitalizm’ kelimesinin çıktığını duydunuz mu? Yaşadığımız tüm kötülüklerin, rezilliklerin müsebbibi şu lânet olası kapitalizm değil mi? Şeylerin gerçeğine dokunmadan bir şeylerin değişmesi mümkün müdür?
Fakat bir şey var: Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak… İnsanlık ve uygarlık yeni bir tehlikeli kavşağa ulaşmış bulunuyor… Tüm kötülüklerin kaynağı olan kapitalizm potansiyelini tüketti, yolun sonuna geldi… ‘Eski kafayla’, eski yöntem ve araçlarla yüz yüze geldiğimiz sorunlarla, işte sosyal kötülüklerle (işsizlik-yoksulluk-açlık-sefalet- aşağılanma) ekolojik yıkımla, iklim kriziyle yüzleşmek mümkün değil… Bunun için de zihinsel-entelektüel bir silkinmeye, düşünce devrimine ve şeylerin seyrini değiştirecek örgütlülüğe ihtiyaç var…
Gerçi kapitalizm hem iç ve hem de dış sınırına dayandı ama bu kendiliğinden bir mum gibi söneceği anlamına da gelmiyor… Zira, birincisi, kapitalizmin bu dünyada ne varsa bir kâr aracına dönüştürme istidadına sahiptir… Yıkımdan da ölümden de kâr etmenin bir yolunu bulur. Ve ikincisi, bir uygarlığın, bir sosyal formasyonun tarih sahnesini terk etmesi bir canlının, bir kuşun, bir insanın ölümü gibi anlık bir şey değildir… Zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder… Onun için ezilen ve sömürülen sınıfların, yeryüzünün lanetlilerinin vakitlice duruma müdahale edip, aracın rotasını sola kırması, insanlığın vazgeçilmez ufku olan komünizme giden yolu aralaması gerekiyor… Artık zaman, başını kuma gömme zamanı değil…