Walter Banjamin Gestapo’ya teslim edilme korkusu yüzünden o gece 31 morfin tableti alır, sabahleyin midesinin yıkanmasını kabul etmez. Uzun ve acılı bir şekilde 26 Eylül 1940 tarihinde ölür
Hüseyin Kalkan
İkinci Dünya Savaşı’nın binlerce kurbanından biri de Walter Benjamin’dir. Benjamin’in intiharına politik bir intihar diyebiliriz. Gerçi bir protesto olarak intiharı seçmemiştir ama bir Marksist ve bir Yahudi olarak Gestapo’nun eline geçmemek için acılı ve uzun bir ölümü seçmiştir. Walter Benjamin 1892’de Berlin’de zengin bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Benjamin, ilk gençlik yıllarında Gençlik Hareketi adlı radikal öğrenci örgütü içinde yer aldı, edebi denemeleri Der Anfangan (Başlangıç) adlı dergide yayınlandı. Freiburg kentinde felsefe öğrenimi görürken Frei Stundentschaft (Özgür Öğrencilik) adlı hareketin aktif üyesi oldu. 1914’te Hareketin Berlin kolu başkanlığına seçildi. Birinci Dünya Savaşı’nda savaşa katılmamak için çürük raporu aldı. 1915’te savaş yanlısı ve milliyetçi tutumuna katılmadığı Der Anfang (Başlangıç) dergisi ile ilişkisini kesti. Savaş patladıktan sonra Özgür Öğrenci hareketinden Hein ve sevgilisi Rika bir protesto olarak birlikte intihar ederler. Bu olay Benjamin’i oldukça etkiler. Yıllar sonra yazdığı bir yazıda bu intihara dönerek hayatın ve etiğin sınırlarını sorgular. 1920 ortalarında Marksizm’i benimser. Marksizm’i benimseyen Yahudi kökenli birçok Alman aydının aksine Benjamin hem Yahudi hem de Marksist’tir. Onda Yahudi yanın yaşamasına etki eden 1915’te tanıştığı, Yahudi mistisizmini araştıran Gershom Scholm’dır. Scholm’la sıkça İsrail’e göç etme üzerine tartışırlar. Gershom Scholm, bunu gerçekleştirir. Göç ettikten sonra Benjamin’i de göç için ve Siyonizm geleneğini araştırması için ikna etmeye çalışır. Bu iki öneri de hiçbir zaman gerçekleşmedi, ama bu arkadaşlık Benjamin’in bir Yahudi olarak kalmasını sağladı. Yahudi mistisizmi düşüncesinde kalıcı bir etki bırakır. Marksizm’e yönelmesinde etkili olan iki isim ise, filozof György Lukacs ve Ernst Bloch’tur. Üçüncüsü ise Capri’de tanıştığı ve âşık olduğu Rus yönetmen Asja Lads’tır. 1926-27’de onu görmeye Sovyetler Birliği’ne gider. O güne kadar sürekli kafasında tartıştığı komünist partiye üye olma-olmama fikrinden bu geziden sonra vazgeçer. Bir anlamda talihsiz bir dönemde SB’ye gitmiştir. O yıllar Stalin’in sol muhalefeti bastırdığı yıllardır.
Nazizm’in güçlenmesi üzerine Almanya’dan ayrılarak Paris’e yerleşir. 1935’e kadar takma adlarla Frankfurter Zeitung’da yazmayı sürdürür. Bu yıllarda ABD’deki Sosyal Araştırma Enstitüsü ile ilişki kurar, bir süre sonra da Enstitü’nün Paris temsilciliğini üstlenir. Böylece düzenli bir gelire ulaşır. Enstitü yönetiminin kendisini ABD’ye davetine uymaz, hâlâ Avrupa’da yapılacak şeyler olduğu kanısındadır. 1936 yılında SB’de yayınlanan Das Wort adlı dergide çıkan Paris Mektupları adlı yazısı nedeni ile 1939 yılında Alman vatandaşlığından çıkarılır. Aynı yıl Nevres’teki bir tecrit kampında üç ay tutulur. 1940 yılında Gestapo, Paris’teki evini basar, kitaplarına, notlarına el koyar. Artık ümidini yitiren Benjamin, ABD’ye gitmeye karar verir. ABD vizesi almayı başarır ama Fransa’dan çıkış vizesi alamaz. Bir grup mülteci ile Pireneler üzerinden İspanya’ya geçmeyi denerler. Port-Bau’ya geldiklerinde sınırın kapalı olduğunu görürler. Gestapoya teslim edilme korkusu yüzünden o gece 31 morfin tableti alır, sabahleyin midesinin yıkanmasını kabul etmez. Uzun ve acılı bir şekilde 26 Eylül 1940 tarihinde ölür. Ölümünden 24 saat sonra sınır kapısı açılır, geçişlere izin verilir. Ve orada toprağa verilir.
İntiharın diğer yarısı
1905’te Macaristan’da doğan Artur KoestIer, yazın yaşamına gazeteci olarak başladı. Bir komünist olan Koestler, 1931 yargılamaları ve bunu izleyen temizlik hareketi sırasında Komünist Parti’den ayrıldı. İspanya İç Savaşı başlayınca Artur Koestler muhabir olarak bu savaşı izledi. 1937 yılında Franco kuvvetleri tarafından yakalanarak casus suçlaması ile idama mahkûm edildi. İngiltere hükümetinin devreye girmesi üzerine başka bir tutuklu ile takas edilince ölümden kurtuldu ve İngiltere’ye döndü. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Avrupa’ya döndü. Fransa’da tutuklandı. Bir mülteci kampına gönderildi. Bu kamptan kurtulduktan sonra 1940 yılında İngiltere’ye kaçtı. Daha sonra Filistin ve Yahudi sorunu ile ilgilendi. Filistin’e gitti. Döndükten sonra Amerika’ya gitti ve bir süre burada yaşadı. Daha sonra intihar edene kadar yaşamının büyük bölümünü İngiltere’de geçirdi. 1983 yılında karısı ile birlikte intihar etti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan yarım yüzyıl sonra intihar eden Artur Koestler’in ölümünün savaşla ilintisi ne olabilir? Peki o zaman Hemingway’in yine savaştan yıllarca sonraya rastlayan intiharı nasıl açıklanır? Biyografi yazarlarına göre ikisi de sağlıkları bozulduğu için intihar etmişler. Belki öyledir. Kim bilir? Peki tabletlerin öbür yarısını unutacak mıyız? Nedir bu tabletlerin öbür yarısı meselesi? Koestler’den Ahmet Oktay aktarıyor. “Walter, Reichtag yangını sırasında Berlin’de edindiği 62 tabletlik uyku hapının yarısını bana verdi. Verirken gönülsüzdü. Çünkü 31 tabletin beklenen sonucu verip vermeyeceğini bilmiyordu. Oysa yetti. Hareketimden bir hafta sonra, İspanya’ya doğru Pirenelerin yolunu tuttu. 55 yaşındaydı. Port-Bou’da sivil polis Walter’i yakaladı. Ertesi gün Fransa’ya göndereceklerini söylediler. Göndermek için almaya geldiklerinde ölüsünü buldular.” (Ahmet Oktay, Yol Üstündeki Semender, Ada Yayınlan 1987 İstanbul, s.43)
Walter Benjamin’de kalan 31 morfin tableti ayrılmalarından bir hafta sonra işe yarar, Koestler’de kalan diğer yarısı ise bence, yarım yüzyıl sonra.
‘Dünyanın büyük yalnızı’
Cesare Pavese’nin yapıtlarındaki en güçlü temalar kadınlar, savaş, yalnızlık ve bunların doğurduğu ölüm ya da intihardır. Yaşamı boyu kadınlarla sorunu olmuştur. Kimi onu saatler boyu yağmurun altında bekletmiştir, kimi cinsel yetersizliğini ilan ederek onu terk etmiştir. Evlenmeyi kurduğu bir Amerikalı film yıldızı ise, İtalya’nın en büyük edebiyat ödülünü aldığı günlerde, Pavese’yi terk ederek ona bu sevinci yaşatmamıştır. Tezer Özlü onu ‘Dünyanın büyük yalnızı’ olarak niteler. İntihar ilk gençlik yıllarında sürekli olarak düşündüğü, üzerinde yazdığı, zaman zaman da denediği bir tema olmuştur onun için. Geçmişindeki ilk intihar olayı bir arkadaşının karşılık bulmayan bir aşk yüzünden kendisini öldürmesidir. Bu yüzden büyük bir üzüntü yaşayan Pavese, intihar etmeye karar verir. Sonra intihar etmek için aldığı kurşunları göğe sıkar. Henüz karşılıksız kalan bir aşkı olmadığı halde. Kadınlarla ilk sorununu lise yıllarında yaşar. Torino’nun şarkılı kahvelerinden birinde çalışan bir şarkıcı dansöze aşık olur. Kız verdiği randevuya gelmez. Pavese, onu yağmur altında saat üçten gece yarısına kadar bekler. Hastalanır ve üç ay okula gidemez. Üniversitenin son yıllarında ismini hiçbir zaman açıklamadığı ‘Boğuk sesli kadın’ ile tanışır. Beş sene süren bu ilişki, 1936 yılında birdenbire sona erer. O günlerde kendi intiharı ile ilgili şunları yazar günlüğünde: “Ne zaman bir güçlükle ya da acıyla karşılaşsam, hep intihar düşünmeye yargılı olduğumu biliyorum. Beni korkutan da bu: Temel ilkem intihar, gerçekleştirmediğim, hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim, ama düşüncesi duyarlığımı okşayan intihar.” (Yaşama Uğraşı, E Yayınlan, üçüncü baskı 1990, s. 27)
Hayatındaki üçüncü kadın daha önce öğrencisi olan Fernanda-Pivâno adlı genç bir kızdır. Pavese 1940 yılında kıza evlenme teklif eder, ancak kız kabul etmez. Aralarındaki ilişkinin arkadaşlıktan ileri gitmemesinde ısrarcıdır. Birbirlerini yıllarca hemen hemen her gün görürler, ancak 1945’teki evlenme teklifi de sonuçsuz kalır. 1950 yılında İtalya’ya film çevirmeye gelen Amerikalı sinema oyuncusu Cosstance Dawlfıng’e aşık olur. Hayatında mutlu olduğu ender günleri yaşamaktadır. Hatta evlilik planları yapar. İtalya’nın en önemli edebiyat ödülünü aldığını öğrendiği sırada, Cosstance Dawlfing’in kendisini terk edip Amerika’ya döndüğünü öğrenir, bu olay sonun başlangıcı olur.
Gerçekten bitti mi?
Pavese, denilebilinir ki İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ve yok ettiği bir yazardır. İkinci Dünya Savaşı ve ondan sonraki iç savaş sürecini yaşayan yazarın hemen hemen bütün yapıtlarında bu savaşın izlerine rastlanır. Savaş karşısında tutumu çelişkilidir. Tıpkı romanlarının kahramanları gibi. Faşistler tarafından tutuklanınca, af başvurusunda bulunur ve cezası kısaltılır. Tıpkı roman kahramanı Corodo’yu korkuttuğu gibi savaştan, ölümden ve cezaevinden korkmaktadır. Af başvurusu belki bunun en somut göstergesidir. 1943 yılında iş için gittiği Roma’da askere çağrılır. Fakat hasta olduğu için Askeri Hastane’ye kaldırılır. 6 ay hava değişimine gönderilir. Torino’ya döndüğünde arkadaşlarının partizanlara katıldığını öğrenir. Kız kardeşinin yanına sığınır ve savaş bitene kadar orada kalır. Torino’ya kurtuluştan sonra döner (tıpkı romanlarının kahramanları gibi) ama o bir yandan sığındığı yerde savaşın geçip gitmesini beklerken, isterken ve arkadaşlarının kaderine kayıtsız kalmaya çalışırken, bir yandan da büyük bir vicdan azabı çekmektedir. İntihar için vicdan azabından iyi bir neden mi var? İkinci Dünya Savaşı’nı bitiren anlaşma onun için fazla bir şey ifade etmez. ‘Savaş gerçekten bitti mi’ diye sorar. Bitmediğini kendi ölümü ile kanıtlar. Bir otel odasında yaşamına son verir.
BİTTİ