Geçtiğimiz günlerde gösterime giren Aşk, Büyü vs’nin senaristi ve yönetmeni Ümit Ünal ile konuştuk:
Ahmet Güneş
Sofra Sırları, 9, Nar, Ses, Ara ve daha birçok filmin yönetmeni ve hala hafızalarda yer edinen Teyzem filminin senaristi Ümit Ünal’ın yeni filmi Aşk, Büyü vs gösterime girdi. Ünal’ın son filmi gittiği festivallerde ödüller aldı. Biz de ‘Aşk, Büyü vs’ üzerinden sinemayı ve hayatı Ümit Ünal ile konuştuk. Kendisi şu sıralar yurt dışında olan Ünal, yeni filmi için en sevilen filmim diyor.
Son filminiz ‘Aşk, Büyü vs’ izlenmeye devam ediyor. Size gelen tepkilerle başlamak istiyorum. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Aşk, Büyü vs bugüne kadar en sevilen filmim oldu diyebilirim. Sosyal medyada inanılmaz hızlı ve olumlu geri dönüş oldu, oluyor. Daha önceki filmlerim içinde de çok beğenilenler, ödüller alanlar olmuştu ama genel seyircinin bu film kadar sevgiyle karşıladığı, bu kadar çabuk bağrına bastığı filmim olmamıştı. Geçen gün Twitter’da bir duyuru gördüm mesela, “Aşk, Büyü vs pikniği”ne çağırıyordu: Büyükada’da Reyhan ve Eren’in izlediği rotada bir piknik. Buna bayıldım. Elbette homofobik tepkiler de var. Sinema dilini ya da senaryosunu hiç beğenmeyenler de var. Bir de aldığı olumlu tepkileri sadece nadir LGBT+ filmlerinden biri olmasına bağlayan, aslında sinema olarak önemsiz olduğunu söyleyen, överken dövenler var. Neyse ki olumlu tepkiler bütün bunlardan kat kat fazla, ülkenin boğuştuğu “haset kültürü”nün boyutları düşünülünce bu kadar kötü tepki az bile.
Bir izleyici olarak merak ettim. Neden filmin adı Aşk, Büyü vs? Genelde ‘vesaire’ biraz geçiştirmeyi çağrıştırıyor. Bu da bir nevi handikap değil mi?
Filmin ismi karakterlerden birinin repliğinden geliyor. Büyücünün meczup oğlu “Aşk, büyü vesarie… Bunlar bana çok uzak şeyler” diyor. Yıllar önce bir saç jölesi reklamı yazmıştım. Onun sloganı “Gençlik, güzellik, vs” idi. Bu ismi koyarken kendimden çaldım biraz. Asıl konuyu göstere göstere söylerken önemsiz bir şey söylüyormuş gibi yapmak… Bu tür ufak oyunları seviyorum.
Röportajlarınızda okuduğum kadarıyla siz bir senarist ve yönetmen olarak genelde tam hazırlıklı olarak sete gidiyorsunuz. Yani her şeyi hesaplayıp çekime gidiyorsunuz. Bunun nedeni sürprizlerden kaçmak mı yoksa mükemmeli aramak mı?
Bunun nedeni tamamen ekonomik. Ben sinemayı eski Yeşilçam ustalarının yanında, 35 mm film çekilen günlerde öğrendim. Eskiler planlı olmak zorundaydılar. Boşa harcayacak bir metre filmleri bile yoktu. Şimdi 35mm çekmesek de, benim de sebebim tamamen pratik: Sette zaman para demek. Geçirdiğiniz her saatin, her günün bir maliyeti var. En ufak ekipte bile 10-15 kişi oluyor. Onların yemeği, oteli, yol parası, ücreti, teknik malzeme kirası, en ufak bütçeli film bile aslında ciddi harcama gerektiriyor. Her filmde aksaklıklar olabiliyor: Hava bozar, oyuncu hastalanır, teknik arızalar çıkar. Bunun üzerine bir de yönetmen hazırlıksız giderse, sette yaratıcı arayışlarla vakit kaybederse, proje büyük zarara girer. Ben mesela çekim öncesi, oyuncularla uzun uzun prova yapıyorum, böylece sette mizansen-oyun tartışmıyoruz. Senaryoyu da çok incelikli çalışıyorum, filmde yer almayacak fazladan hiçbir şey çekmiyorum.
Filminiz hem düşük bütçeli hem de 12 gün gibi kısa bir sürede çekildi. Bu sizin mi tercihiniz yoksa şartlar mı bunu doğurdu?
Şartlar elbette. Her yönetmen daha büyük bütçeyle, daha iyi olanaklarla çalışmayı ister. Ama LGBT+ temalı filmler bizim ülkemizde büyük gişeler yapmıyor. Temelde cinsellik konusu zaten korkunç bir iki yüzlülüğün hüküm sürdüğü bir alan bizde. Eşcinseller zaten derin bir ayrımcılık, eşitsizlik yaşıyor. Bunun üstüne son yıllarda iktidar kutuplaştırma siyaseti sonucunda “LGBT örgütü” gibi laflar icat etti, tüm LGBT bireyleri ve etkinliklerini canavar gibi göstermeye çalışıyorlar. Dolayısıyla büyük yapımcılar bu konulara girmek istemiyor. Bu filmi kendi olanaklarımı yaratarak çekmek dışında bir yolum yoktu. Bu da elbette çok sınırlı bütçe demek.
Aşk, Büyü vs’de mekân kadar oyuncu seçimi de beğeniliyor. Oyuncu seçimini senaryoyu yazarken mi yoksa sonrasında mı seçiyorsunuz?
Bu aslında her filmin kendi koşullarında değişen bir şey. Bazı filmlerde oyuncu çok sonra da belli olabiliyor. Ama genelde kafamda oyuncuları hayal ederek, onlara göre yazmayı seviyorum. Aşk, Büyü vs senaryosuna başlarken de aklımda hep Selen ve Ece vardı. Senaryo daha bitmeden onları aradım ve yazdığım kadarını yolladım. Neyse ki çok sevdiler ve oynamayı kabul ettiler. Bazen oyuncuların başka işleri oluyor, zamanı uymuyor, yapım şartları “daha ticari” isim gerektiriyor ve yazarken hayal ettiğimden başka oyuncu bulmak zorunda kalıyorum.
Geçtiğimiz günlerde Hem Kanada’dan hem de Barcelona’dan ödülle döndü filminiz. LGBTİ+ temalı filmler Türkiyeli izleyici için çok aşinalık bir durum değil. Filmi yazarken bunu da düşündünüz mü?
Ben bu hikayeyi çok sevdiğim, çok özdeşleştiğim, kendimden çok şey kattığım için anlatmak istedim. Bu yüzden ticari kısmını düşünmedim. Az önce dediğim gibi ticari bir film olması imkansızdı zaten. Olumsuz tepkilerden elbette herkes kadar çekindim. Ama sadece LGBT+ temaları değil, herhangi bir konuda söz aldığınız zaman, sivri bir fikir belirttiğiniz zaman gelecek her şeye hazır olmanız lazım bu ülkede. Her daim bir siyasi baskı var. Memleketin kemikleşmiş tutucu yapısının dayattığı geleneksel/ahlaki kısıtlar var. Dini baskılar var. Bin bir tane tabu, kırmızı çizgi, hassasiyet var. Bir de dünyanın en güzel işini de yapsanız çamur atmaktan geri durmayacak bir “haset kültürü” var, az önce de bahsettim. Nobel almış ilk yazarımıza “O da yazar mı ya” diyenler var bu ülkede. Adam daha ne yapsın, yazmış ve Nobel almış… Ben otuz beş yıldır her alanda yazıyorum, yirmi yıldır da film çekiyorum. Artık tepkilere alıştım, kabuğum kalınlaştı. Eskiden kötü tepkilere cevap verirdim, açıklamaya çalışırdım, artık onu bile yapmıyorum. Bir film hakkında asıl kararı 15-20 yıl içinde zaman veriyor zaten.
MUBI’den sonra filminiz başka nerede gösterime girecek?
Başka Sinema, özel sinema gösterimlerinde değerlendirecek filmi. Çeşitli salonlarda, kültür merkezlerinde sık sık karşınıza çıkabilir. MUBI’de yurt dışı gösterimine açılması söz konusu. Bir de sırada birçok yurt dışı festival gösterimi var. Pandemi yüzünden bu festivallere gidemiyoruz, buna çok üzülüyorum. 9 ve Ara’dan yıllar sonra herhalde en çok festival dolaşan filmim oluyor ama ancak uzaktan “online” izleyebiliyorum tepkileri, ödülleri.
Senaryosunu yazdığınız ve ödül alan Teyzem filmi hâlâ akıllarda kalan bir yapım. Her yerde bu filmin ve hikâyenin hayatınızdaki yerine değiniyorsunuz. Hatta bir söyleşinizde kendiniz yeni bir yorumla çekmek istediğinizi belirttiniz. Bu konuda bir gelişme var mı?
Teyzem yeniden çekmek istediğim tek senaryom. Bunun kendi hayat hikayemden esinleniyor olması birincil neden. Teyzem değil, başka bir isimle, kendi hikayemin yeni bir versiyonunu yazdım. Teyzem’in güçlü bir mirası var, onunla yarışmak istemiyorum. Aynı hikayeden yepyeni bir film yapmak istiyorum. Bütçesi Aşk, Büyü vs gibi küçük olmadığı için bugünlerde yapılması zor. Ama bir gün mutlaka yapacağım o filmi.
Yurt dışında yaşıyorsunuz. Türkiye’nin siyasal atmosferini nasıl görüyorsunuz ve sizce bu karanlık günlerden çıkışın formülü ne?
Siyasetten anlamıyorum, kafam basmıyor, ilgim de yok. Ama Türkiye’de olanları değerlendirmek için siyasetten anlamak gerekmiyor. Uzaktan bakınca daha da korkunç görünen karanlık bir girdapta çırpınıyor ülkemiz. Kültürel, çevresel, tarımsal, finansal, siyasi vb, hayatın her alanında tam bir “çöküş” dönemi yaşıyoruz. Hem düz anlamda hem de yeni moda olan anlamda “çöküş”. Her kaynağına “çökülen” ülke dayanamadı, çöküyor. Dediğim gibi siyasetten anlamıyorum, bir formül önerim olamaz. Tüm muhalif demokratik güçlerin düşünce ayrılıklarını, hizipleri, bireysel hırsları bir kenara bırakıp birlik olması ve ülkeyi bir an önce seçime sonra da sıkı bir reform sürecine götürmesi dışında seçenek göremiyorum. Bu ne kadar gerçekçi, bilemiyorum. Çok çok zor günler yaşıyoruz, yaşayacağız. Yurt dışında uzakta olmak da çare değil, ailelerimizle, arkadaşlarımızla aynı acıları yaşıyoruz, Türkiye içimizden çıkmıyor. Ülkece güçlü durmamız, öncelikle aklımıza ve sağlığımıza mukayyet olmamız şart.
Bağımsız sinemada Türkiye’deki üretimleri nasıl buluyorsunuz?
Hem “bağımlı” ticari sinemada, hem de bağımsız sinemada çok ilginç filmler de yapılıyor, korkunç sıkıcı filmler de. İkinciler maalesef çoğunlukta. Bahsettiğim çöküş elbette sinemada da yaşanıyor. Aşk, Büyü vs gibi bir filmin yapılmış olması, ödüller alması sanki bir sinema ortamı varmış, hayat normal devam ediyormuş gibi yanılsama yaratmasın. Sinema endüstrisinin tamamen dışında, kıraç toprakta kendi kendine çıkmış ayrık otu gibi istisnai bir film bu. Ama zaten ilginç filmlerin çoğu ancak kendi istisnai koşullarını yaratarak yapılıyor.
Ada ve Böcü’nün devamı…
Siz senarist ve yönetmen olarak biliniyorsunuz ama aynı zamanda çocuk kitabınız da yayımlandı. Başka çalışmalarınız var mı?
“Ada ile Böcü” aslında geçen sene bitirdiğim bir işti ama pandemi krizi yüzünden yayını bir yıldan fazla gecikti. İlk kez gerçekten belirli bir izleyici için, çocuklar için yazdım ve çizdim. Benim için de çok öğretici bir iş oldu. Genelde işlerimde bir “hedef kitle” gözetmiyorum, içimden geldiği gibi anlatıyorum. Çocuklar gibi belli bir hedef için yazmak ise çok zor bir iş. Hem bir takım dilsel, ruhsal ayrıntıları düşünmeniz ve kendinize sınırlar koymanız gerek; hem de yaşı başı unutup, hayal gücü çok geniş, çok meraklı, çok soru soran “insanlara” yazdığınızı bilmeniz gerek. Ada ile Böcü’nün devamı gelebilir. Tabii çocuk kitabı yazmak çizmek ancak zevkli bir yan uğraş benim için, sinemada işler devam ediyor. Glasgow’da geçen yeni bir senaryo yazdım. Onun üzerine bir yapımcıyla çalışıyoruz, şu an en büyük hayalim onu çekebilmek. Türkiye’de de konuştuğum projeler var. Ama şu an bir sonraki adımımı kesin göremiyorum.