Ahmed Arif’i okumaya başladığımda onun ölmüş olduğunu öğrendim. Nedendir demeyeceğim, bile bile ölümüne inanmadım. Benim için hâlâ yaşıyor
Ahmet Güneş
Dağlardan ve ovalardan gelir şiir, şehirlerde dolaştırır ve hatta uzaydan okyanusun dibine kadar götürür. İsyanın güzelliği, ihanetin acısı at başı gidiyor. Hapishanenin bir hücresinden yârin omuzlarına yaslanırken, geçmiş kimdir, gelecek ne getirecek gibi kaygılardan vazgeçersiniz. Ahmed Arif bu, şiirindeki tek bir dize ile dünyanın yaşını önünüze koyar.
Sevdiğiniz bir şairi nasıl anlatırsınız, hem de o şair yazdıklarınızı okuyamayacaksa? Bendeki Ahmed Arif biricik oldu hep. Bendeki tek Ahmed o. Harf değişikliğini saymazsak adaşım. Benim adım İslam peygamberinin göklerdeki ismi olan Ahmet’ten gelmiyor. Büyük dedemin adından geliyor. Bir baba-oğul çatışmasından dolayı ismim Ahmet. Sonra ben şiire merak saldım ve Ahmed Arif’i okuyunca, ilk defa ismimi sevmeye başladım. Şairi değil sadece, şiirlerini de bir o kadar sevdim.
Ahmed Arif’i okumaya başladığımda onun ölmüş olduğunu öğrendim. Nedendir demeyeceğim, bile bile ölümüne inanmadım. Benim için hâlâ yaşıyor. Sesi sesime, acım onun mısralarında kendini dışa vuruyor. Bunun bana mahsus olmadığını da biliyorum. Şiir herkesindir ve herkes kadardır. Yıllar sonra doğacak insanlar için de öyle olmaya devam edecek. Diyelim ki Ahmed Arif’in şiir kitabı bu sene çıktı. Yine ilk günkü gibi işçilerin, öğrencilerin, devrimcilerin ve âşıkların dilinde aynı hızla dolaşıma girecek. Yine o yıllarda ilk gün çıktığı gibi dolmuş camlarına yapıştırılacak.
Şiirin tanıma gelmediği gerçeğini bir kenara bırakıyorum. Ders çalışmaktan, hayata hazırlanmaktan vazgeçip Ahmed Arif okuyorsanız, onun sesi her zaman karşınıza çıkar. Hatırlıyorum, şairin kaseti elime geçmişti. Okul ile haşır neşir olmayan, hep arka sırada oturmaya can atan ve fırsat bulunca kaçan ben, birden ders çalışma isteğine kapılmıştım. Herkesin dersi kendine! Aileme ders çalışacağım diyerek bir odaya girer, kaseti teybe takıp Ahmed Arif dinlerdim. Tabii ki tedbir diye önüme defter kitap koymayı da ihmal etmiyordum.
Ahmed Arif’i okumuş hatta sesinden şiirlerini dinlemiş ve ezberlemeye başlamıştım. Kitap paravan ama defter değil. Kaseti durdurup durdurup defterime yazıyordum. Ne ki ilk ezberlediğim ‘Hasretinden prangalar eskittim’ şiiri oldu. Kitap evde kalıyor sonuçta ama defter okula girebiliyor. Bu yüzden ders çalışma ve ders dinleme yalanı orada işe yarıyor. Ders dinliyor gibi deftere bakıp mırıldanıyordum. Bir gün Diyarbakır’da yaşayan amcamın dükkanına gitmiştim. Baktım ki nalbur dükkanında duvara asılı elle yazılmış ‘Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi’ şiiri. Amcam şaşkınlığıma gülerek baktı. Sonra sıralara, okul duvarlarına şairden mısralar yazmaya başladım ben de.
Şiir belasını da getirir. Zaten yaramaz ve dik kafalı olduğum için göze batmıştım. Bir de her yerde göze batan bu yazılamalar başımı belaya soktu. Bir gün okul müdürü çağırıp, başka yerde de yazılamalar görürse tüm okulu bana boyatacağını açık açık söyleyip tehdit etti. Olsundu, ben bir sürü şiirini ezberlemiştim artık. Şiiri seven belasına da boyun eğer. Ben zaten eğmiş ve Ahmed Arif’e eğilmiştim.
Nitekim artık o kadar şiir okuması ve hayat gailesi, mücadele, şu, bu derken unuttum ezberlediklerimi. Sonra bir gün, bir hücrede tek başıma yani kendimle ve hayat ile dünya arasında gecenin karanlığında baş başa kalmışken hatırladım ezberlediklerimi. Diyebilirim ki o kapkara gecelerde bir umut gibi yıldızvari parlayan çocukken ezberlediğim Ahmed Arif’in şiirleri oldu. Teselli değil şairin şiirleri, onu bilene duygudaş olma mahirliğidir. ‘Akşam erken iner mapushaneye’ gibi yerinde bir tespit ile başka bir şiirinde dağıtıyor karamsarlığı; “Rüya, bütün çektiğimiz.”
Atmacanın gölgesini, aç kalan bebeğin hakkını, susmanın yeşil halini, her şeyin sonundayken bulunan aşkı öğretiyor şair. Cesareti, umutsuzluğu, şaşırmayı yani insanın hangi duygusu varsa hepsine tabela oluyor her mısrada. Ezenlerin tarihine rest çekip ezilenlerin tarihini dipdiri hatırlatan ve hesap soran şiir kime yenilebilir? Zaman şiiri eskitmediği gibi bazen parlatır da. Her kim Ahmed Arif ile adaş olup onu okumuşsa ve o an hayatında olumlu bir şey olmuşsa şu mısrayla adımını atmıştır: “Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.”
Şiir sahibinin sesine yakışmaz her zaman. Bu da farklı bir durum. Kaderin cilvesi belki de. Ahmed Arif için öyle bir şey yok. Şiirlerini okurken yeniden yazıyor gibi. Sesi detone olsa da hiç rahatsız etmiyor. Cıgaram derken, öpmek derken hep aynı heyecan ve aynı tazelik. Diyebiliriz ki Ahmed Arif bir unutmayandır. Ankara’nın göbeğinden de bahseder, Van’ın bir köyüne de iner. Aşk ve isyan ve sabır, bir de hayatın getirip götürdüğü, götürüp getirmediği… Hepsi aynı ahenk içinde ama farklı duygudurumlarına havale ediyor okuyanı. Bu yüzden unutulmuyor ve sarsılmıyor.
Ahmed Arif yenilgileri, zulümleri, hayal kırıklığını, isyanı, yalnızlığı ve daha birçok şeyi şiirine konu ederken, mitolojiden tarihe birçok örnekle şimdinin tam içine yetişiyor ve sözü yerleştiriyor. Bir dağın yamacında yaralı bir gerilladır Ahmed Arif, bir meydanda pankart taşıyan bir öğrenci, bir tarlada alnının terini silen bir işçi, hücresinde dört duvara inat özgürlük türküsü söyleyen bir siyasi tutsak, aşk acısından kıvranandır. Bu yüzden şair eskimeye de kafa tutuyor. Belki de hayatı ve şiire yaklaşımı kendi dizeleriyle şöyledir;
“Ruhum…
Mısra çekiyorum, haberin olsun.”
Şairden sonra çok 33 kurşunlar, yenilgiler, umutsuzluklar, hainlikler ve daha birçok şey yaşandı. Biz ne kadar şair doğduysa, ne kadar şiir yazıldıysa ona sığınırız yine. Çünkü Ahmed Arif tarih öncesi olduğu gibi tarih sonrasıdır da. Ben onu okumaya başlarken ölmüştü çoktan. Biliyorum ki bu saatten sonra dünyaya gelenler yine onu okuyacak, etkilenecek, ezberleyecek, isyanına bahane edecek ve onun öldüğünü hep unutacak. Bilinir ki şair ölür, şiiri yaşamaya devam eder. Ahmed Arif hem yazdığı hem de okuduğu şiirleriyle buradayken, kim diyebilir ki ölüp gitmiş? Evet, bugün Ahmed Arif’in 30. ölüm yıldönümü ama tembihi ve mirası burada:
“Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?”