Tarih atlasları ‘Armenia’ adıyla tanımlanan ülkenin en geniş sınırlarına MÖ 1. yüzyılda, Kral İkinci Dikran döneminde ulaştığını kaydeder. ‘Büyük Dikran’ adıyla tanınan bu hükümdar döneminde ülke sınırları kuzeyde Karadeniz’e, doğuda Hazar Denizi’ne, güneyde ise Akdeniz’e kadar genişlemiştir.
Ancak bu genişleme, dönemin büyük askeri güçleri tarafından sürekli saldırılarla akamete uğramıştır. Yıllar içinde anayurdu kabul edilen Ermeni Platosu’na, yani günümüzde Doğu Anadolu Bölgesi olarak tanımlanan coğrafi bölgeye, yanı sıra Güney Kafkasya ve Batı İran toprakları arasında tutunan Ermeni krallığı MS 4. yüzyıla kadar birleşik bir krallık olarak varlığını korumuştur. Sonuçta batıdan Roma İmparatorluğu’nun, doğudan Pers İmparatorluğu’nun ve kuzeyden de Çarlık Rusya’sının kıskacında kalan Ermenistan ‘Doğu’ ve ‘Batı’ olarak hem siyasi hem de kültürel bir ayrışmaya uğradı. Bu ayrışmanın etkileri özellikle dil alanında günümüze kadar sürmektedir. 14. yüzyıla kadar varlığını sürdüren ‘Kilikya Krallığı’nı saymazsak, 4. yüzyıldan sonra Ermeni devlet yapılanması ancak prenslikler, melikler, hanedanlıklar boyutuyla, egemen güçlerin boyunduruğu altında varlık gösterdiler.
Türk boylarının 1071 yılında Malazgirt ovasında Doğu Roma, diğer bir deyişle Bizans ordusunu bozguna uğratması, ardından da Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulması ile Ermenistan Osmanlı’nın doğudaki uç eyaleti haline geldi.
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti ve İran İslam Cumhuriyeti, nüfusunun büyük çoğunluğu İslam dinine mensup iki komşu devlet. Toplam nüfusları birbirine çok yakın olan bu iki ülkede de Ermeniler ulusal azınlık statüsünde yüzyıllardan beri yaşamakta.
Ancak 1915 yılında işlenen büyük suçun mağduru olarak Türkiye’de yoğun bir şekilde ötekileştirilen, şeytanlaştırılan Ermeniler İran’da aynen Osmanlı’da olduğu gibi ülkenin en gözde azınlık grubunu oluşturuyorlar. Şüphesiz İran Ermenileri de tüm azınlık grupları gibi kendi ülkelerine özgü bir dizi sıkıntı yaşamaktalar. Ne var ki bu sıkıntılar asla Türkiye’de olduğu gibi devlet kaynaklı bir ırkçılığa dönüşmüyor. Ermeniler bir yana, Siyonizm karşıtlığını devlet politikası olarak benimsemiş İran’da Yahudi azınlığı da bu anlamda bir sıkıntı yaşamıyor.
İran Ermenileri salt başkent Tahran’da değil, nüfusun çoğunluğunu Azerilerin oluşturduğu Tavriz, Urmiye, Salmas, Khoy gibi kentlerde de ırkçı bir tutumla karşılaşmıyorlar.
Bakış açımızı biraz daha genişleterek Ortadoğu’nun Irak, Suriye, Ürdün, Filistin, Lübnan gibi nüfusunun çoğunluğunu Müslüman halkların oluşturduğu ülkelere baktığımızda da Ermenilerin etnik ve dinsel azınlık olarak Türkiye’de uğradıkları ayrımcılığı yaşamadıklarını görüyoruz.
Ülkemizden bakıldığında, yukarda andığımız ülkelerin tamamının Türkiye’ye kıyasla geri kalmış, yeterince çağdaşlaşamamış oldukları gibi bir kanaat hakimdir. Yıllar içinde ezberlenmiş ve içselleştirilmiş bu yargıdan yola çıkarsak, biz çağdaşlaşma, modernizm veya batıcılık derken acaba hangi yanlış modeli kendimize baz aldık diye sormak gerekecek. Eğer bizim ulus- devlet anlayışımız 1930’ların Avrupa’sına egemen olan, ancak hepi topu 10- 15 yıl içinde büyük bir hüsranla sonuçlanan faşist ideolojilerin üzerine bina edildiyse, bugün de iktidarıyla, ana muhalefetiyle, toplumuyla aynı düzeni sürdürmeye çalışıyorsak, bizim de kendi payımıza bir hüsran yaşamamız kaçınılmaz olacak.
Unutmamak gerekir ki Almanya veya İtalya gibi ülkeler uğradıkları yıkımı 20 yıl gibi kısa bir sürede telafi ettiler. Bizim ise kırılgan ekonomimizle, halen dışa bağımlı sanayimizle, kendi elimizle sabote ettiğimiz tarım üretimimiz, hayvancılığımızla böyle bir badireyi atlatmamız çok da kolay olmayacak.
Temelsiz bir şişinmeden ibaret milliyetçilikle ne demokrasi olur, ne insan hakları, ne de azınlık hakları.
Bir ucu Amerikan kartalının gagası, diğer ucu Rus ayısının dişleri arasına gerilen ipte dengede durmaya çalışan bir halimiz var. Güvenliğimiz ‘milli’ silah sanayine değil, ipi gergin tutanları hoşnut etmemize bağlı. Bu güne kadar NATO ittifakı, S-400 alımı, mülteci blokajı gibi manevralarla durumu idare ettik. İyi de sormak gerekmez mi ‘Nereye kadar’ diye?