Bilinen deyimdir: “Çürümüş bir şeyler var Danimarka devletinde…” Shakespeare’in tam 420 yıl önce kaleme aldığı Hamlet adlı trajedisinde Marcellus’a söylettiği bu cümle, uzun zamandır kokuşmuşluğu, yozlaşmışlığı, bozulmuşluğu, kısacası sinsice yolunda gitmeyen şeyleri betimlemek için kullanılmaktadır. Gerçi Türkçe çevirilerde “Danimarka Krallığında” diye geçer, ancak asıl kastedilen “devlettir” ve cuk oturmaktadır. Günümüze dönersek: Evet, Danimarka devletinde – artık siz bunu Avrupa olarak okuyun – çürümüş çok şey var. Çürüyenlerin başında da burjuva demokrasisi gelmekte.
Geride bıraktığımız haftada Danimarka parlamentosunda, hem de sosyal demokratların öncülüğüne, sözüm ona “demokratik değerleri” külliyen bitiren ve Avrupa’daki ırkçı-faşist hareketlerin bugüne kadarki tüm söylemlerini bir çırpıda meşrulaştıran bir yasa tasarısı kabul edildi. Yasa iltica başvurusunda bulunanların bundan itibaren, dosyaları karara bağlanana dek AB sınırları dışında, üçüncü bir ülkede tutulmalarını öngörüyor. Sadece bu da değil! Başvuruları kabul edilse dahi, tutuldukları üçüncü ülkede kalabilecekler, reddedilmesi durumunda ise bu ülkeden dahi kovulabilecekler. Yani yeryüzünün lanetlileri refah coğrafyalarına ulaşamayacaklar bile. Daha önce de ırkçı düzenlemeler ile göze batan Danimarka böylelikle Avrupa için örnek ülke olacak. Gerçi AB Komisyonu’ndan “endişeli” olunduğuna dair bazı açıklamalar geldi, ama diğer AB üyesi ülkelerin de benzer uygulamalara yöneleceklerinden hareket edebiliriz.
En son, “yerlilerin azınlıkta olduğu mahalle kalmamalıdır” diyerek ırkçı çoğunluk toplumunu popülist söylemlerle kucaklamaya çalışan Sarah Wagenknecht’in Alman reformist solunun “en önemli” siyasetçilerinden sayıldığını düşünürsek, Avrupa’daki reformist solun Danimarkalı “kameradlarının” açtığı yoldan ilerleyeceklerinin gayet mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Eğer Avrupa’nın sınırlarına kurulan görünen-görünmez duvarlar yükseltilip, tampon ülkeler sınır korumasına çekilecekse, bunu reformist solun yapacağından emin olabiliriz.
Burjuva demokrasisinin çürümüşlüğünü kanıtlayan yasa, sendikal hareket ile toplumsal ve siyasal solun ehlileştirilmesi sonucunda olanaklı olabilmiştir. Devrime olan inancını yitirmiş, enternasyonalizmi muğlak bir “insan hakları” söyleminden ibaret sanan, emperyalist yayılmacılığın “nimetlerinden” faydalanmakta beis görmeyen ve her türlü sosyalizm deneyini “totalitarizm” diye karalayan bir “sol” olduğu müddetçe de emperyalist burjuvazinin işi her zaman kolay olacaktır. Demek ki çürüyen sadece burjuva demokrasisi değil, en başta reformist sol ve sermayenin partneri olan Avrupa sendikal hareketidir. İşin garibi, burjuva demokrasisini çürümüşlükten kurtarmak, kapitalizmi aşmayı amaçlayan radikal solun, komünistlerin sırtına yüklenmiştir. Onlar bu görevi çürüyen cesedi tarihin çöplüğüne atmak ve insanlığın kurtuluşu için yegâne çözüm olan sosyalizmi kurmak için üstlenmişlerdir – henüz zayıf olsalar da. Çünkü tarihin çarkları, tökezleyerek olsa da hep ileriye doğru dönmektedir.