Şiddet, gözaltı, tutuklama, insan öldürme, helikopterden atma, ırkçı saldırılar, köpekli işkenceler, insan kaçırmalar; hak ihlallerinin zirveye çıktığı bir yıl: 2020
Gülizar Tuncer
Türkiye’de hak ihlalleri her geçen gün artarak devam ediyor. AKP, bir süredir hem siyasi krizi hem de ekonomik krizi yönetemediği için savaş politikalarını ve toplum üzerindeki baskıları artırdı. Hukuk bu yıl da katledildi. Hak ihlallerinde zirve yaşanan bir yıl oldu 2020. Avukat Gülizar Tuncer, son bir yılda yaşanan hak ihallerini ve hukukta yaşanan gelişmeleri gazetemiz için yazdı.
Hukukun kendisi adil olmadığı için adil bir şekilde işliyor ya da uygulanıyor olması da mümkün değil. Sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu bu düzende, egemenler kendi hukuklarını yaratıp buna uygun işleyişe sahip yargı organlarını devreye sokarak iktidarlarını sürdürdükleri için, yargının siyasallaşması süreci de doğallığında gelişen bir sonuç oluyor. Aynı şekilde devlet eliyle gerçekleştirilen işkence vb. insanlık dışı uygulamaların sonucunda cezasızlık politikasının uygulanması da bunun sonucunda ortaya çıkıyor. Bunlar birbirini besleyip büyüten süreçler.
O yüzden helikopterden Kürt yurttaşların atılmasında, işçilerin ırkçı saldırılara maruz kalmasında veya gözaltında, cezaevlerinde yaşanan işkence uygulamalarında yargısal süreçlerden bir sonuç elde edilememesi şaşırtıcı değil. Elbette ki bütün bu yaşananlar devletin bilgisi, yönlendirmesi ve denetimi dahilindedir ve çoğunlukla devlet görevlileri eliyle, bazen de sivil faşistler eliyle gerçekleştirilmektedir.
Mevsimlik işçi olarak çalışmak zorunda kalan yoksul Kürt emekçilerine yapılan saldırıların da kendiliğinden olmadığı, kışkırtılan ve onların üzerine sürülen linç güruhunun devlet tarafından korunup kollandığı gerçeği, valilik açıklamalarıyla ve göstermelik olarak gözaltına alınıp serbest bırakılmalarıyla ortadadır. Aynı şekilde kimseye dava açılmayacağı, açılsa da usulen yürütüen yargılamalar sonucunda kimseye ceza verilmeyeceği, böylelikle benzer saldırıların her yıl artarak ve daha da azgınlaşarak sürdürüleceği de aşikar.
Ayrımcı bir hukuk
Helikopterden insanların atılması olayı da ilk kez yaşanmıyor. Hepimiz biliyoruz ki devletin hiddetli ve şiddetli yüzünü ve hatta vahşetini en çok gösterdiği yer Kürdistan coğrafyası. Bu yüzden yıllardır sömürgeci hukuk anlayışıyla, ırkçı, şoven ve militarist bir yaklaşımla uygulamaya konulan ayrımcı bir hukuk işleyişiyle yönetiliyor. Ve yine bu yüzdendir ki Türkiye’nin batısında askeri darbe dönemleri, sıkıyönetimler ve olağanüstü hâl dönemleri sona erse de Kürdistan’da hiç bitmeyen bir olağanüstü hâl rejimi vardır. Bu rejimin doğası gereği bir türlü normalleşemeyen bölgede her şey özel savaş politikalarına göre yürütülür. Bazı dönemlerde kirli savaş yöntemlerini devreye sokarak işkencelerle, kayıplarla, faili meçhul cinayetlerle fiziken yok etmeye çalıştıkları Kürtleri, bazen de siyaseten etkisiz hale getirmeye çalışırlar.
Bugün her ikisini de uyguladıkları için 90’lı yılların savaş konseptini hatırlatan helikopterden atma işkencesini de mantar toplamaya giden köylülere yapılan işkenceyi de çocuk, yaşlı demeden zırhlı araçlarla ezilenleri de binlerce Kürt siyasetçinin, seçilmiş onlarca belediye başkanının ve vekilin yalnızca yasal alanda yürüttükleri faaliyetler nedeniyle tutuklanmış olmasını da bir arada görebiliyoruz.
Halka karşı suç
Kamu gücünü elinde bulundurarak devlet adına suç işleyenlerin, artık yürütmenin idari bir birimi haline dönüştürülen mahkemelere dayanarak her türlü keyfiliği ve hukuksuzluğu gerçekleştirdikleri bir noktadayız. Eskisi gibi devleti ve devlet adına suç işleyenleri koruyup kollamakla yükümlü olmanın da ötesinde bir işlevi vardır artık yargının; siyasi iktidarın kendilerinden olmayanların siyasal özgürlüğüne ait ne varsa hepsini yok etmeyi hedefleyen anlayışını uygulamaya koymak. Dolayısıyla egemenlerin baskı ve şiddet politikaları, hak ve özgürlüklere yönelik ihlaller artarak varlığını sürdürdükçe iktidarın gerici-faşist zihniyetini sahiplenerek, sistematik biçimde muhalefete saldıran yargı organları da cezasızlığı artık zihinlere kazınacak biçimde yerleştirip derinleştiriyorlar. Yani nasıl ki iktidar bir şiddet aygıtı olarak devreye soktuğu yargının gücünü kullanarak neler yapacağını biliyorsa, aynı şekilde muhalefet de neler yapamayacağını biliyor.
Haklar ihlal ediliyor
Ayrıca yalnızca siyasi anlamda değil, son yıllarda sosyal, kültürel, ekonomik haklar anlamında yaşanan ihlalleri de görmek zorundayız. Bu ülkede, açlığa, yoksulluğa, sömürüye dayalı düzende insanca yaşam olanağına sahip olamayan milyonlarca insanın en temel insan hakları ihlal ediliyor. Bu mevzulara dair açılan davalarda da yargı organları, verdikleri kararlarla insanları bir yandan korkuturken bir yandan da bu çürümüş sisteme daha çok bağlayarak işlevlerini yerine getiriyorlar. Aynı şekilde çocuğa ve kadına yönelik taciz ve tecavüzlerin eskiye oranla yüzlerce kat arttığı bir dönemdeyiz ve bu rakamlardaki korkunç artış da bilinçli bir politikanın ürünüdür. Bu tür davalarda yargının verdiği kararların toplumda yarattığı etki, tamamıyla bu saldırganlığın devam ettirilebileceği yönünde suç işlemeye teşviktir. Dolayısıyla toplum üzerinde ideolojik hegemonya kurarak bütün yaşam alanlarımıza el atan, istediği gibi biçimlendirmeye çalışarak yasaklar koyan, toplumdaki yozlaşmayı, dejenerasyonu artırarak çürüten siyasi iktidar kadar, yargı organları da son yıllarda katlanarak artan bu şiddetin sorumlusudurlar ve bu haliyle halka karşı suç işlemektedirler
Reform dedikleri
Bugün “Hukukta reform yapacağız” diyenler, çıplak arama işkencesini yasal mevzuatlarında ayrıntılarıyla düzenledikleri ve yıllardır bu işkence yöntemi yaygın ve sistematik biçimde uygulandığı halde reddetmekle kalmayıp, utanmazca bunu gündeme getirenleri suçluyor ve tehdit ediyorlar. “Ekonomide reform“ dediğiniz de kendileri sırça köşklerinde yaşarken açlığa mahkum ettikleri halka“kuru ekmek yemişlerse aç değiller” diyenlerin anlayışıyla geçekleştirilecek.
Eskiden bu tarz “reform”ların amacı için Avrupa Birliğine giriş, uyum süreci vb. deniliyordu, şimdi öylesi bir amaçları da yok, Avrupa’yla ekonomik ve siyasi çıkarları ve göçmen pazarlığı mevzularında gayet güzel anlaşıyorlar. Şimdiki reformların esas gayesi de her zamanki gibi bu ülkede yaşayan halkların hak ve özgürlüklerini geliştirip korumak değil; yolsuzluk ve rant politikalarıyla iyice batan ekonomisiyle, istikrarsızlığıyla yabancı yatırımcıların güvenli bir ülke olmaktan çıkardıkları Türkiye’ye yeniden yabancı sermaye girişini sağlamak ve yatırımları artırmak. Yani ömürlerini uzatabildikleri kadar uzatmak. Dolayısıyla kısa vadeli bu günü kurtarma projelerinde hukukta ve ekonomide reform yapacağız diyerek ciddi, somut bir perspektifi ve yönelimi olmayan göstermelik bir takım düzenlemeler yapacaklar.
Bütün dünyada pandemi ilan edilip salgınla mücadele başlatıldığında infaz yasasında düzenleme yaparak mafya örgütlenmelerini, uyuşturucu tacirlerini, dolandırıcıları, tefecileri, kadına, çocuğa yönelik cinsel istismar ve şiddet içeren suç faillerini serbest bırakarak siyasi mahpusları içerde tutmaya devam etmeleri, daha da önemlisi hasta mahpusları ölüme terketmeleri nasıl bir hukuk ve insan hakları anlayışına sahip olduklarını ortaya koymaktadır.
Nihayetinde, bütün iyimser yorum ve beklentilerin aksine iktidar sahipleri, mevcut rejimin karakterine uygun biçimde, ölümcül bir hastalıkta dahi kendi ölümcül politikalarını, düşmanlıklarını ortaya koymaktan çekinmeyeceklerini, hatta eskisinden daha ağır şartlar ve aleyhe hükümler getirebileceklerini göstermiş oldular. Her zaman olduğu gibi muhalefeti umursamaksızın kendi önceliklerini ortaya koyarak, halka karşı suç işleyenleri serbest bırakıp hapishaneleri boşaltarak gelecek yeni siyasi mahpuslara yer açtılar.
Bu yüzdendir ki özellikle OHAL sürecinden sonra hala varlığını sürdüren OHAL yasaları ve uygulamalarıyla bu ülkede artık düşünce özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma, örgütlenme hakkı gibi hak ve özgürlükler kağıt üzerinde dahi hiç bir anlam ifade etmiyorlar. Sürekli gündeme gelen torba yasalar, paketler veya reformlarla aynı anda çok sayıda yasada değişikliğe giderek hileli biçimde mevcuttaki hak ve özgürlükleri sınırlıyor veya tümüyle ortadan kaldırıyorlar.
Savunmasız bırakmak
Son süreçte gündeme gelen “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun” da bunlardan biri. İktidar partileri tarafından TBMM gündemine getirilen ve aceleyle Adalet Komisyonunda kabul edilen bu 43 maddelik kanun teklifinde kitle imha silahlarının finansmanının önlenmesine ilişkin somut tek bir madde yokken, TCK’dan TMK’ya, Dernekler Kanunu’ndan Avukatlık Yasası’na kadar pek çok yasada değişiklik öngörülüyor. Maalesef ki muhalefet tarafından yeterince kamuoyuna anlatılmayan bu teklifin yasalaşmasıyla beraber dernek, vakıf, ulusal ve uluslar arası alanda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri de artık ‘‘terör‘‘ yaftasıyla durdurulabilecek. Göstermelik de olsa artık herhangi bir yargı kararına ihtiyaç duyulmadan, İçişleri Bakanının keyfi kararlarıyla tıpkı belediyelere olduğu gibi derneklere de kayyum atanabilecek, Muhalif yapıdaki dernek vakif vb. kuruluşların faaliyetleri İçişleri Bakanı ve valiliklerin her türlü müdahale ve denetimine açık hale getirilirken, yöneticileri de rahatlıkla “terör faaliyeti” gerekçe gösterilerek görevden uzaklaştırılabilecek.. Aynı torba yasayla Kişisel Verilen Korunması Kanunu‘nunda değişiklik yapılarak verilerin gizliliği ihlal edilebilecek, kişi ve kuruluşların mal varlıklarına el koyma vb.müeyyideler getirilebilecek. Avukatlık Yasası’nda yapılacak değişikliklerle de savunma hakkı ve bu kapsamdaki gizlilik ilkesi ihlal edilerek avukatlık mesleğinin özüne aykırı biçimde avukatlara müvekkillerini “ihbar yükümlülüğü“ getiriliyor.
Barolarla ilgili düzenlemelere gelince; yakın zamanda yapılanlar yalnızca bir seçim sistemi değişikliğiyle sınırlı olmayıp avukatlık mesleğinin kamusal niteliğini ortadan kaldırmaya dönüktür. Yalnızca bir meslek odası konumunda olmayan bu demokratik yapıların siyasi iktidarın politikalarını eleştirmemesini, hatta desteklemesini ve bir devlet kuruluşu gibi hareket etmesini istiyorlar. Aksi takdirde bölüp parçalayarak, her türlü müdahaleye açık hale getirerek, güçsüzleştirip etkisizleştirmeyi hedefliyorlar. Üstelik yalnızca Barolar değil, Tabip Odası, TMMOB gibi pek çok kuruluş için de benzer düzenlemeleri yapmak niyetindeler. Cunta Anayasasına göre dahi özerk, kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri olarak tanımlanmış ve bu özel statüleriyle belirli hak ve yükümlülüklere tabi kılınmış bu örgütler, 40 yıl aradan sonra 82 Anayasası’nın çok gerisindeki düzenlemelerle, elleri kolları bağlanıp cendereye sokularak işlevsizleştirilmek isteniyor.
Faşizmin hüküm sürdüğü ülkemizde, iktidar karşısında hiçbir güvenliğimizin kalmadığı, siyasi otoritenin kendisinden ne istediğini gayet iyi anlayıp emir ve talimat almadan refleksler vermeye başlayan yargının, artık bir tehdit aracı olmaktan çıkıp doğrudan kendisinin halkın güvenliğine karşı bir tehdit haline geldiği dönemden geçiyoruz. Böylesi bir dönemde halkın hak arayışının temsilcisi konumunda olan avukatların savunma işlevlerini özgürce yürüterek dokunulmazlığını koruyabilmesinin güvencesi olan baroların etkisizleştirilmesinin çok ağır sonuçları olacaktır. Böylelikle, hukuk güvenliğini ortadan kaldırdıkları bu haksız, hukuksuz düzene karşı çıkışları tümüyle önleyebilecekleri bir ortam yaratmak, Baroların ve avukatların hak savunuculuğu konumunu yok ederek halkı savunmasız bırakmak istiyorlar.
Başlangıçtan beri açıklamaya çalıştığım nedenlerle, bugünkü yargı işleyişinde adil yargılanmanın koşulları olmadığından ve daha da önemlisi ölüm orucu çok zor zamanlarda ve son çare olarak başvurulabilecek bir eylem biçimi olduğundan, bu taleple ölüm orucuna girilmesini doğru bulmuyorum. Maalesef ki Ebru Timtik arkadaşımız ölüm orucunda yaşamını yitirdi ve Yargıtay’ın onayladığı mahkumiyet kararıyla birlikte cezasının infazı ertelenen Aytaç Ünsal arkadaşımız da henüz sağlığına kavuşamadan, yakın zamanda işkenceyle gözaltına alınıp yeniden cezaevine konuldu.
Amaç tasfiye etmek
Türkiye zaten açık bir cezaeviydi. Herkesin ve her şeyin gözetlenip denetlendiği, her an herkesin o ne olduğu belirsiz “terör” suçlamalarıyla gözaltına alınıp kapalısına da girebileceği açık bir cezaevi. Son süreçte güya sağlık alanıyla sınırlıymış gibi gösterilse de HES kodu vb. uygulamalarla kontrol ve güvenlik mekanizmalarının giderek artacağını, buna bağlı olarak baskı ve şiddet politikalarının daha da ağırlaşacağını görebiliriz.
Evet, son dönemde genel anlamda muhalefet güçlerine yönelik bir saldırı var, ama esas amaç Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmek ve bu anlamda onu iyice güçsüzleştirip etkisiz kılarak yeni bir çözüm aldatmacasına zorlamak. İçerde ve dışarda yoğunlaşan saldırılara parelel olarak, genel anlamda muhalefet güçlerine ve özel olarak da HDP’ye yönelik saldırıların temelinde yatan da bu. O yüzden son zamanlarda artık iyice sokağa çıkamaz hale getirdikleri muhalefete daha da çok yükleniyor, meclis dahil her yerde azgınca saldırarak iyice etkisiz hale getirmek istiyorlar. Kitlesel gözaltı ve tutuklamaların, kayyum atamalarının, parti yöneticisi ve vekillerin tutuklanmasının ardından şimdi başka milletvekillerinin de dokunulmazlığını kaldırmak için fezleke hazırlamaları, Leyla Güven’in tutuklanması ve HDP’nin kapatılmasını dillendirmeleri de bu yüzden.
Yıllardır bu ülkeyi zorbalıkla yöneterek bütün şiddet aygıtlarını devreye sokanların iktidarlarını ellerinde tutabilmek için yapmayacakları şey yoktur. O yüzden önümüzdeki günler şiddetin daha ağır yaşanacağı bir ortam bizi bekliyor. Bir zamanlar Sri Lanka modelinden bahseden veya Endenozya örneğini gündeme getirenlerin şimdi de o hiç bitmeyen kin, nefret ve öç alma histerisiyle, “itlafı gereken haşere sürüsü” sözlerini rahatlıkla kullanıyor olmaları boşuna değil.
Mücadele etmeliyiz
Öncelikle bu ülkede bir faşizm gerçeği olduğunu görmemiz gerekiyor. Muhalefet cephesindekiler, hangi ülkede yaşadığımızı ve nasıl bir devlet gerçekliğine sahip olduğumuzu bilerek hareket etmeli. Mevcut siyasi iktidarın her alanda nasıl bir kararlılık ve acımasızlıkla stratejik yönelimlerini hayata geçirdiğini görerek, iyimserlik ve boş umutlar vadeden yaklaşımlardan kurtulmalı, saldırıları karşılayabilecek bir konumlanış ve eylemlilik içinde olunmalıdır.