10 Ekim 2015’te Ankara barış mitinginde yaşanan vahşetin üzerinden 9 yıl geçti.
Hatırlayalım… Böyle bir hazan mevsiminde geldi caniler. Kinleri, nefretleri, öfkeleri ve bombalarıyla geldiler Ankara’nın göbeğinde yine bir can pazarı, bir vahşet yaşattılar.
Bomba saldırısı sonucunda 103 can katledildi, 500’ün üzerinde kişi ise yaralandı.
Bu katliam adına IŞİD denen canilerin barışa, barış isteyene nefreti, kini ve öfkesiydi. Onlara göre “suçlu”ydu onlar. Çünkü emek, barış ve demokrasi talep ediyorlardı…
Hatırlayalım… Başkentte, başkentin de en merkezi yerinde patlatıldı bombalar. Önce kana sonra yasa büründü her yer.
Hani olay mahalline ambulanslardan önce polisler geldi ve hayati tehlikesi olan ağır yaralı insanlara müdahale eden sağlıkçılara, yaralılara ve ölenlere biber gazı ile saldırdılar.
***
O cellatlar hiç durmadılar. Tarihi katliamlarla dolu bu yapı bir türlü kana doymadı. Her dem taze kan istedi bizden. Hiç eksik olmadılar. Onlar hayatın lanetlileri olarak her dönem var oldular.
Yanlış kurulmuş denklemler gibidir onlar. Unutmayalım… Vazifeleri ve ulufeleri vardır onların. Yaşamın yüzünde bin yıllık çıban gibidirler. Kirli belgelere mühür olurlar tarihin sayfalarında. Yalanın ve talanın parmak izleridir onlar. Miadı geçmiş yasalardır onlar. Tel örgüler girdabında mahşerdir, demir parmaklıklardır, zindandır, zulmettir onlar… Bozulan düzendirler, boşalan köylerdir. Faildirler, tetiktirler, kan ve barutturlar, ateştirler, yangındırlar, suçturlar… Sahtedir suretleri. Vatan, Millet, Sakarya derken yalandırlar, dolandırlar. Kasalarının şişman karnıdır meramları. Öncül ve ardılları vardır. Sistemin kokuşmuş aygıtlarıdır onlar… ….
Hiç çapraz ateş arasında kalmadı onlar… Yüzlerine hiç tereddütsüz bakmadı ölüm. Gecenin karanlık tezgahından geçmediler. Yüzlerini bir seher yeli yalamamıştır. Saçları bir yağmurda yıkanmamıştır. Onlar karanlıkta hiç renk aramadılar, hiç karalar bağlamadılar, hiç dünyaya sıkışıp kalmadılar… Hiç gönülden anlamadılar.
Zayıflıklarla dolu olsalar da hep güçlüyü oynadılar… Yalanlardan kaleler ve kuleler oluşturdular. Sırça köşklerinde kendilerini mutlu ve memnun sandılar. Hiçbir konuda göstermedikleri kararlılıklarını müzmin alışkanlıklarında, inkarlarında ve vahşetlerinde gösterdiler… O kadar kötü bir alışkanlıktı ki; ne zaman hayat biraz soluklanmaya başlasa kirli oyunlarını devreye soktular …
Evet, bilelim artık, hayat bize zulmü reva görüyor, kadere boğduruyor. Olmasını istediğimiz şeyler hep ertelenmiştir, başka bir zamana bırakılmıştır ve “o zaman” uzadıkça uzamıştır. Takvim yaprakları acımasız olmuştur.
Hatırlayalım… İşte yine aynı mevsimdeyiz, bir katliamın yıl dönümündeyiz.
***
Bu ülkede insanlar baskıyı ve zulmü yıllarca hücrelerinde hissederek yaşadı. Onu normal bir şeymişçesine kanıksadı. Bazen de unuttu yaşananları.
“Aklı beşer nisyan ile malûldur” derler. Yani insan aklı unutmaya meyillidir, insan çabuk unutuyor…
Tarih, bir bakıma insanlığın hafızasını elinde tutar. Günlük hayatın içinde yaşanan acıları unuturuz, zaman içinde üstü küllenir. Oysa unutmak, hafıza yükümlüğünü yok etmek, farklı bir zamanda farklı bir mekanda her şeyin yeniden yaşanabileceği gerçeğini de unutmak olur.
Unutturmak hükmedenin tuzağıdır bir bakıma… Zalim, hafızayı körelterek uzun zaman zulüm edebilir ancak. O halde zulme uğrayan unutmamalı… Daima hatırlamalı… Bu da yetmez belki… Unutmaya başlayana hatırlatmalı.
‘Unutma’nın arkeolojik kazısını yapan bilim; hatırda tutmanın, unutmamanın insanoğluna pek cazip gelmediğini söyler. Unutuş bir virüs gibi insanlığın hafızasındaki tüm bilgi-işlem merkezlerini bozmaktaymış. Bu durum daha çok yaşanan acılar için geçerli sanki… Oysa unutmamak gerekir. Çünkü unutmak, umudu kaybetmek anlamına gelir biraz da.
Unutmayalım ki, gelecek adına umutlar yaratabilelim, geçmişimizle hesaplaşıp zulme karşı direnelim. Çünkü unutmamak direnmektir!